EMANET ve EHLİYET - İSLÂM İLMİHÂLİ

MÜSLÜMALARI ZİYARET ESASLARI - İNSANLARLA KONUŞURKEN - KUSUR ARAŞTIRMAK VE ARKADAN ÇEKİŞTİRMEK - ALAY ETMEK - KÖTÜ LAKAP TAKMAK VE AYIPLAMAK

MÜSLÜMALARI ZİYARET HUSUSUNDA DİKKAT EDİLECEK ESASLAR

1752- Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. Kendi evlerinizden (ve odalarınızdan), başka evlere (ve odalara) sahipleriyle alışkanlık peyda etmeden ve selâm da vermeden girmeyin. Bu sizin için daha hayırlıdır. Olur ki iyice düşünürsünüz!.. Eğer orada (evlerde) bir kimse bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Şayed size "Geri Dönün" denilirse dönüp gidin. Bu sizin için daha temiz bir harekettir. Allah ne yaparsanız hakkı ile bilendir"(257) hükmü beyan buyurulmuştur. Ayette geçen "Testenisû" lafzı; isti'nas kökünden gelen bir fiildir. Bu "İsti'zan" kelimesinden daha şumullüdür. Dolayısıyla önce ünsiyet peyda edip; randevu isteyerek ziyarete karar vermek gerekir. Cahiliye döneminde araplar; ev sahiplerinden izin almadan girerlerdi. Bu hal; aile mahremiyetine indirilmiş bir darbe özelliği taşıyordu. Ev sahiplerine manevi bir eziyetti.(258)

1753- Ayetin zahiri; selâm vermeden önce izin istemeye delalet eder. Bazı alimler de bu ayetin zahiri ile hükmetmişlerdir. Fakihlerin cumhuru ise; "önce selâm verilecektir, sonra da izin istenecektir" görüşündedir. Hatta İmam Nevevi: "Sahih ve muhtar olan önce selâm, sonra da izin istemektir. Çünkü Resûlullah (sav): "Evvela selâm, sonra kelâm" buyurmuştur" der. Cumhur, Beni Amir'den rivayet olunan: "Resûlullah (sav) evde iken, kapının önüne gelen bir kişi, ben eve gireyim mi?" der. Resûlullah (sav) hizmetçisine: "Sen çık dışarıya da, şu adama izin istemeyi öğret ve ona de ki: Esselâmü Aleyküm!.. Ben içeri gireyim mi?" hadisini delil alarak, selâmın izin isteğinden önce verilmesine hükmeder. Bir başka delilleri Ebû Hureyre (ra)'den rivayet olunan: "Resûlullah (sav) selâm vermeden izin isteyen birisine: "Selâm vermeden izin istemeyin" buyurmuştur hadisidir. Zeyd b. Eslem'den şöyle rivayet edilmiştir: Babam beni İbn-i Ömer'e gönderdi. Evine vardım "İçeri gireyim mi?" dedim. "Gir" dedi. İçeriye girdikten sonra: "Merhaba ey kardeşimin oğlu. Bundan sonra eve varınca "gireyim mi?" deme, evvela selâm ver. Selâmı aldıktan sonra, girmek için izin iste. Girmen için izin verildiği zaman da içeri gir" dedi. Rivayete göre Hz. Ömer (ra) Resûlullah (sav)'ın yanına gittiği zaman önce selâm verir, sonra da: "Ömer içeri girsin mi?" diyerek izin isterdi. Bazı alimler bu meseleyi şöye açıklamışlardır: Ziyarete giden adam, gittiği evde içerde birisini görürse önce selâm verir. Sonra girme izni ister. Şayed kimseyi göremezse önce izin ister, içeri girdikten sonra selâm verir. Maverdi"nin tercih ettiği görüş de budur. Bu görüş kendi içinde; hem cumhurun delil aldığı hadisleri, hem de ayetin mefhumunu bir araya toplamıştır.(259) Bugün kapıyı veya zili çalmak; giriş için izin istemeye delâlet eder.

1754- Cahiliye döneminde "selâmlaşma" adeti mevcuttu. Hristiyanlar ellerini ağızlarına ve alınlarına götürerek selâmlaşırken; Yahudiler parmak işaretleri ve baş eğip, kıçını kırmakla (reveransla), mecûsiler iki büklüm eğilmekle, müşrik araplar da, Allah uzun ömürler versin manasına "Hayyak'allah" diyerek, bu işi yaparlardı.(260) Resûl-i Ekrem (sav) bu selâmlaşma şekillerinin hiçbirini kabul etmemiştir.

1755- MÜ'MİNLER ARASINDA SELAMIN YAYILMASI ŞARTTIR: Kur'ân-ı Kerîm'de: "Bir selâm ile selâmlandığınız vakit; siz ondan daha güzeli ile selâmı alın veya onu aynı ile karşılayın. Şüphesiz ki Allah, her şeyin hesabını hakkı ile arayandır"(261) hükmü beyan buyurulmuştur. "Selâm"; "Seleme" fiilinden masdar olup, her türlü ayıp ve fenalıktan uzak olmak manasınadır. Tahıyye ise: "Hayye" fiilindendir. Hayatın bereketli ve uzun olması duadır. Aynı zamanda selâm manasına gelir. Resûl-i Ekrem (sav): "Siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de (tam) iman etmiş olmazsınız. Ben size birşey göstereyim mi!.. Eğer bunu yaparsanız birbirinizi seversiniz. Aranızda selâmı ifşa ediniz (Yayınız)"(262) emrini vermiştir.

1756- Kur'ân-ı Kerîm'de "selâm" ın lafızları belirlenmiştir. Buna göre; bir müslüman, diğerine "Selâmûn Aleykûm" veya "Es-Selâmûn Aleykûm" şeklinde selâm verecektir. Her iki şekilde de selâm verilebilir ama, Fahruddin-i Razi'nin dediği gibi lamsız olarak: "Selâmû Aleykûm" demek daha efdaldir. Çünkü meleklerin mü'minlere selâmı "Selâmûn Aleykûm" şeklindedir.(263) Bir müslüman diğerine "Selâmûn Aleykûm" derse; selâmı alan kardeşi "Ve Aleykûm Selâm ve Rahmetûllahi" demelidir. Eğer selâm veren "Selâmûn Aleykûm ve Rahmetûllah" demişse, selâmı alan müslüman: "Ve Aleykûm Selâm ve Rahmetûllâhi ve Berekâtuhû" şeklinde cevap vermelidir. Selam veren "rahmet" ve "berekât" lafızlarını söylerse, aynı ile mukabelede bulunulur. Resûl-i Ekrem (sav) Hz. Adem (as) ile melekler arasındaki selâmlaşmanın bu şekilde cereyan ettiğini haber vermiştir.(264)

1757- Herhangi bir meclise girerken selâm verildiği gibi; o meclisten ayrılınırken de selâm verilmesi gerekir.(265) Zirâ Resûl-i Ekrem (sav): "Sizden biriniz, meclise geldiği zaman selâm verdiği gibi, ayrılırken de selâm versin"(266) buyurmuştur. Karşılaşan iki kişiden; küçük olanın büyüğe, az olan topluluğun, çok olan topluluğa, yürüyenin oturana, at üzerinde bulunanın yaya olana selâm vermesi gerekir.(267) Eğer müslümanlarla, başka ideoloji sahibi kimseler beraber oturuyorsa o meclise gelen kimse: "Ve'sselâmu alâ menittebe'al-hudâ" (Selâm hidayete tabi olanların üzerine olsun) şeklinde selâm verebilir. Buradaki incelik şudur: Selam dua hükmündedir. Fûkaha: "Kafire selâm verilemez, dua edilemez" hükmünde ittifak etmiştir. Bu ittifakın sebebi; selim akıl sahipleri indinde malumdur. Kaldı ki Allah'a inanmayan bir kimseye; Allahû Teâla (cc)'nın selâmını vermek, onun açısından da uygun değildir.

1758- Selam vermenin câiz olmadığı bazı durumlar sözkonusudur. Bunlar:

1) Selam Allahû Teâla (cc)'nın güzel isimlerinden birisi olduğu için temiz olmayan yerlerde zikredilmesi uygun değildir. Mesela: Def-i hacet eden kimseye selâm verilmeyeceği gibi, hamamda (tesettürsüz olan) kimseye de selâm verilmez. Ancak selâm verilecek kimsenin "avret" mahalli örtülü ise, verilebilir.
2) Herhangi bir haramı irtikap eden kimseye selâm verilmez. Mesela: İçki içen, kumar oynayan vs...
3) Kur'an okuyan, hadis rivayet eden ve ilim müzakeresinde bulunan, (vaaz eden) kimselere de selâm verilmez. Çünkü bu; hayırlı bir işin inkitaya uğramasına vesile olur. Ancak o iş bitmişse, o mecliste oturanlara selâm verilir.
4) Ezan okuyan, namaz kılan ve kaamet getiren kimselere de selâm verilmez.
5) Fitne tehlikesi sözkonusu olduğu için genç kız ve kadınlara da selâm verilmez.
6) Selam mü'minler arasında meşru kılınmıştır. Gayr-i müslimlere ve (İslâm'ı reddeden) ideolojilere itikad eden kimselere de selâm verilmez.(268) Ancak onlar selâm verirlerse, "ve aleyküm" denilir.

1759- Selam veren kimseye; aynı mecliste oturduğu taktirde "merhaba" denilebilir. Resûl-i Ekrem (sav) misafirlerine iltifat niyetiyle "merhaba" demiştir. Rahabe fiilinden gelen bu söz; "genişlik ve rahatlığa kavuştun, huzur içinde oturabilirsin" manasınadır.(269) Kur'ân-ı Kerîm'de de, bu manada kullanılmıştır.

1760- MUSAFAHA ETMEK SÜNNETTİR: Resûl-i Ekrem (sav) ashabıyla karşılaştığı zaman; (özellikle Cum'a ve Bayram namazlarından sonra tebrikleşirken) musafaha etmiştir.(270) Ayrıca Bey'at alırken; musafahayı asla terketmemiştir. İslâm ûleması musafaha etmenin sünnet olduğu hususunda müttefiktir. Resûl-i Ekrem (sav): "İki müslüman karşılaştığı zaman, birbirleriyle musafaha edip, aziz ve celil olan Allahû Teâla (cc)'dan birbirleri hakkında mağfiret talep ederlerse, daha yerlerinden ayrılmadan Cenab-ı Hak (cc) ikisinin de günahlarını affeder"(271) müjdesi de sarihtir. Sahabe-i Kiram; iki elle tutuşarak musafaha yapmıştır.(272) Tek elle musafaha yaptıklarına dâir sahih bir rivayet yoktur. Musafaha ile birlikte; birbirine duâ etmek ve Allahû Teâla (cc)'dan mağfiret talebinde bulunmak da esastır. Şimdi yeniden müslümanları ziyaret hususunda dikkat edilecek kaidelere dönelim.

1761- İZİN KAÇ DEFA İSTENİR?: Ayette izin istemenin sayısı üzerinde durulmamıştır. Muhammed Ali Sabuni: Resulûllah (sav)'ın sünneti izin istemenin üç kez olduğunu beyan etmiştir. Buna delalet eden hadisler şunlardır: Ebû Hureyre (ra)'den: "İzin istemek üçtür. Birincisinde haberdar olurlar. İkincisinde kendilerine çeki düzen verirler. Üçüncüsünde giriş izni verirler veya reddederler" Ebû Musa El Eş'ari (ra) ile Hz. Ömer (ra) arasında geçen şu hadise de, iznin üç defa istenmesi gerektiğine delalet eder. Bu hadise Buhari ve Müslim'in rivayetlerine göre şöyledir: Ebû Said El Hudri (ra)'den: "Ensarilerin bir meclisinde oturuyordum. Ebû Musa El Eş'ari (ra) korkuyla içeri girdi. "Seni korkuya düşüren nedir?" diye sorunca: "Ğ Ömer b. Hattab (ra) yanına gelmemi emretmişti. Gittim ve girmek için üç defa izin istedim. Bana şifahi giriş izni verilmediği için geri döndüm. Daha sonra Ömer (ra): "Bana gelmene mani nedir?" dedi. Ben de: "Ben geldim, üç defa izin istediğim halde giriş izni verilmeyince geri döndüm. Zirâ Resûlullah (sav): "Sizden biriniz, bir evden üç kere izin ister de, izin verilmezse geri dönsün" buyurmuştur. Demem üzerine, bana: "Ğ Sen naklettiğin hadisi ya isbat edersin veya seni cezalandırırım" dedi. Bunun üzerine Übey b. Kaab, Ebû Musa El Eş'ari'ye: "Ğ Sen içimizden en genci ile Ömer (ra)'e git ve durumu bildir" dedi. Cemaatin en genci ben olduğum için Ebû Musa (ra) ile giderek Ömer (ra)'e Resûlullah (sav)'in bu hadisini haber verdim. "Üç defa izin istemek isteyen için bir haktır. Yoksa onun için farz olan bir defa istemektir" Ebû Hayyan "Üçten fazla izin istenmez. Şayet içerdekilerin duymadıkları anlaşılırsa, üçten fazla da istenebilir" demiştir"(273) hükmünü zikretmektedir.

1762- Sehl b. Saad (ra)'dan şu hâdise rivayet olunmuştur: "Bir adam Resûl-i Ekrem (sav)'in odalarından birisine başını uzatarak, (izinsiz) şöyle bir göz atmıştı. Bu esnada Resûlullah (sav) elinde demir bir tarakla başını tarıyordu. Adamın baktığını görünce: "Eğer senin baktığını daha önce görseydim, (demir tarağı göstererek) bununla gözünü çıkarırdım. İsti'zan; sırf göz (harama bakmasın) için meşru kılınmıştır"(274) buyurdu. Dolayısıyla herhangi bir yolunu bulup; başkasının evini gözetlemek, şen'i bir davranıştır. Esasen kapıyı çalan müslüman; sırf içeriyi izinsiz görmemek için sağa veya sola döner. Bu da İslâmî bir edebdir.(275)

1763- Başkasının evine; ev sahiplerinin izni olmadan girmenin yasaklanması üzerine Hz. Ebû Bekir (ra) Resûl-i Ekrem (sav)'e: "Kureyş tacirleri devamlı olarak Mekke, Medine, Şam, Yemen, Kudüs gibi yerlere gidiyorlar. Buralarda ve yollarda onların belli başlı bir barınakları yoktur. Ancak umuma yapılmış ve içinde devamlı oturulmayan han, kervansaray gibi yerler vardır. Buralara girerken de izin isteyerek mi girilmelidir?" diye sordu. Bunun üzerine: "Meskûn olmayan, içerisinde sizin için bir menfaat ve alaka bulunan evlere (ve odalara) girmenizde size bir vebal yoktur. Açıklayacağınızı da, gizleyeceğinizi de Allah bilir"(276) Âyet-i Kerîmesi nazil oldu. Dolayısıyla alışveriş yerleri, han, kervansaray ve bunlar gibi umûma ait yerlere, izin almadan girmeye müsaade edilmiştir.(277)

1764- Müslümanları ziyaret hususunda dikkat edilecek önemli meselelerden birisi de; "Ziyaret Vakti'nin" iyi tesbit edilmesidir. Cahiliye döneminde araplar; birbirlerinin evlerine izinsiz girdiği gibi, o evden yemek yemeden de çıkmazdı. İslâm dini; sarih bir da'vet olmadığı süre içerisinde başkasının evinde yemeğin (pişirilmesinin) beklenmesini yasaklamıştır.(278) Dolayısıyla normal ziyaretlerde; "Yemek Vakti'nin" dışında bir zaman dikkate alınmalıdır.

1765- Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. (Bundan sonra) Peygamberin evlerine; yemeğe dâvet olunmaksızın ve vaktine de bakmaksızın girmeyin. Fakat daâvet olunduğunuz zaman girin. Yemeği yediğiniz zaman dağılın. Söz dinlemek veya sohbet etmek için de (izinsiz) girmeyin. Çünkü bu peygambere ezâ vermekte, o sizden utanmaktadır. Allah ise; hakkı açıklamaktan çekinmez"(279) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu ayet; Resûl-i Ekrem (sav)'in evine, vakitli vakitsiz giren ve yemek yemeden ayrılmayanlar hakkında nazil olmuştur. Ancak ûlema; hükmün İslâmî edeb noktasından bütün mü'minlerin evlerine teşmil edilebileceği kanaatindedir. Dâvet edilmeden; herhangi bir ziyafete iştirak edilmemesi gerektiğine işaret edilmiştir. Hz. Ebû Şuayb (ra) ashab arasında Resûl-i Ekrem (sav)'i görünce, yüzünden karnının aç olduğunu anlamıştır. Hemen kasap olan hizmetçisine: "Bize beş kişilik bir yemek hazırla!.. Beşinci kişi ben olmak üzere Resûlullah (sav)'ı dâvet etmek istiyorum" dedi. Sonra Resûl-i Ekrem (sav)'in yanına yaklaşarak, dâvet teklifini izhar etti. Birlikte eve giderken, arkalarından bir adam takip ederek geldi. Evin kapısı önüne varınca Resûl-i Ekrem (sav): "Bu zat, bizim arkamıza takılıp geldi. İstersen kabul et, istersen geri gönder" buyurdu. Ebû Şuayb (ra): "Hayır yâ Resûlullah, ona da izin veriyorum" dedi.(280) Dikkat edilirse; Resûl-i Ekrem (sav) bu hâdisede, İslâmi bir edebi ta'lim ettirmiştir. İmam-ı Gazali: "Yemek vaktine denk getirecek şekilde ziyarete gitmek doğru değildir. Bu şekilde ziyaret men edilmiştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. (Bundan sonra) Peygamberin evlerine yemeğe çağrılmaksızın ve vaktine de bakmaksızın girmeyin" denilmiştir. Yani tam yemeğe hazırlandıkları sırada evlerine girmeyin buyurulmuştur. Haberde (Hz. Aişe'den) şöyle vârid olmuştur: "Dâvet olunmadığı sofraya giden kimse; gitmekle faasık olduğu gibi, yediği de haramdır" Fakat yemek vaktini gözetmediği halde, gittiği yerde sofraya tesadüf eden kimse, buyur edilmedikçe sofraya oturmamalıdır"(281) hükmünü zikreder. Şurası muhakkaktır ki; mü'minler birbirlerine ikram etmekten zevk duyarlar. Ancak dâvet ve izin; kat'i nasslarla beyan buyurulmuştur. Habersiz gelen misafir; ev sahibini "Acaba ne ikram etsem?" endişesine sevkeder. Bunun mânevî bir eziyet haline gelmesi de mümkündür.


İNSANLARLA KONUŞURKEN NELERE DİKKAT EDİLMELİDİR?

1766- Allahû Teâla (cc)'nın insanlara verdiği nimetlerin başında; duygu ve düşüncelerini anlatabilme kaabiliyeti gelir. Nitekim Rahman Sûresi'ndeki "Allemehû'l Beyan" (konuşmayı o öğretti) hükmü; söz söyleme kaabiliyetinin fıtrat olarak bahşedildiğinin delilidir.(282) Bilindiği gibi insanlar doğuştan herhangi bir ilme sahip değildirler. Ancak "Emânet"i yüklenmesi sebebiyle; diğer canlılardan farklı olarak yaratılmıştır. Kur'ân-ı Kerîmde: "Allah sizi, annelerinizin karnından, kendiniz hiçbirşey bilmiyorken çıkardı"(283) hükmü beyan buyurulmuştur. Dolayısıyla insan; dünyaya gelirken, hangi dili konuşacağına kendisi karar veremez. Fakat ruhlar aleminde iken; Allahû Teâla (cc) ile "Tevhid akidesine" bağlı kalacağına dair "Mîsak" (mânevî sözleşme) yapmış, "Emânet'i" üzerine almıştır.(284) İnsanlar arasındaki ilişkilerde; "konuşma"dan daha etkili bir vasıtadan söz edilemez. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kim bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iki bacağı arasındaki (tenasül uzvu) hakkında teminat verirse; ben de o kimseye cenneti garanti ederim"(285) hadisi; dilin insan hayatında ne kadar etkili olduğunu beyan etmektedir. İnsan; tevhid akîdesini benimsemek ve onu diliyle ikrar etmekle "Müslüman", Tağut'a iman edip, O'na kulluk etmekle "kafir" olur!.. Akidede; amelden önce "ikrar" (diliyle söylemek) sözkonusudur. İmam-ı Muhammed (rha) dil ile ikrarın mâhiyetini beyan ederken: "Ğ (Bir kimsenin) neyi ikrar ettiğini duyarsak, o inançta olduğuna hükmederiz. Çünkü gerçek itikadını (kalbi durumunu) tesbit etme imkanımız yoktur" buyurur. İnsanların kalitesi; sözlerinin mahiyetiyle ölçülür.

1767- Hz. Âdem (as)'den itibaren bütün peygamberler; insanları, en güzel şekilde tevhide davet etmişlerdir. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Kullarıma söyle: (Herkesle) en güzel şekilde konuşsunlar"(286) hükmü beyan edilerek; kalplerin katılığının güzel ve tatlı sözlerle ortadan kaldırılabileceği hatırlatılmıştır.(287) Hatta Musa (as) ve Hz. Harun (as)'a Fir'avn'a tebliğ için giderlerken, Allahû Teâla (cc): "Ona yumuşak (tatlı) bir söz söyleyin"(288) emrini vermiştir. Muhâtab "kâfir" bile olsa; İslâmî edebin gerektirdiği şekilde yumuşaklıkla konuşmalarını tavsiye buyurmuştur.(289) Nitekim bir ata sözünde: "Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarır" denilmiştir.

1768- İslâm'a karşı silahlı mücadele vermedikleri süre içerisinde; kafirlere "tatlı dille" tebliğ etmek zaruridir. Allahû Teâla (cc) İsrailoğullarıyla yapmış olduğu ahidde (on emirde): "İnsanlara güzel söz söyleyin"(290) buyurmuştur. Bugün mü'minler de; insanlara güzel söz söyleme hususunda bu emrin muhatabıdırlar. Mübelliğler; kim olursa olsun, hikmet ve güzel öğütle muhâtabını iknâ etmeye gayret sarfetmelidir.(291) Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kötü söz; girdiği meclisi kirletir, çirkin gösterir"(292) buyurduğu bilinmektedir.

1769- İnsanlar arasındaki ilişki; "konuşma" sûretiyle gelişir. Hanefi Fûkahası: "Kelâmdan (sözlerden) bir kısmının ne sevabı, ne de günahı vardır. Kalk, otur, ye, iç vs... Bu gibi ihtiyaç için sarfedilen sözler; ne ibadettir, ne de ma'siyettir. Kelâmdan bir kısmında günâhkâr olunur ki; yalan, gıybet, nemime (koğuculuk, söz getirip-götürme) ve sövmek gibi"(293) şeklinde tasnifi uygun bulmuştur. Şimdi bu konu üzerinde duralım.

1770- KONUŞMAYI KESMEK (KÜSMEK VE DARILMAK) CÂİZ DEĞİLDİR: Kur'ân-ı Kerîm'de: "Mü'minler ancak kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını bulup barıştırın. Allah'tan korkun, tâ ki esirgenesiniz"(294) hükmü beyan buyurulmuştur. İslâm fıkhında kardeşlik; sadece sözde kalan bir hadise değildir. Nafaka, zekât, selâm verme, hakkı tavsiye etme, karz-ı hasen verme, maddî ve mânevî yardımda bulunma gibi vazifelerle tahkim edilmiştir Ayrıca Resûl-i Ekrem (sav): "Kendi nefsi için istediğini, kardeşi için de istemedikçe (tam manasıyla) iman etmiş olmaz"(295) buyurarak; "Kardeşlik Hukuku'nun" korunmasının imanla ilgili olduğunu hatırlatmıştır.

1771- Meşru bir sebeble ve eğitim maksadıyla; küsmek mümkündür. Ancak meşru bir sebeb yokken; bir müslümanın diğer bir müslümana üç günden fazla küsmesi, selâmı ve muâşereti kesmesi câiz değildir. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Bir müslümanın kardeşi ile üç günden fazla dargın (küs) durması helâl olmaz. Üç günü doldurunca, hemen ona gidip selâm vermelidir, o da selâmına karşılık verirse ikisi sevapta ortak olurlar. Karşılık vermezse, o günaha batmış, selâm veren dargınlıktan çıkmış olur"(296) buyurduğu bilinmektedir. Bir babanın oğluna: "Sen kumar oynamayı bırakıncaya kadar, seninle konuşmayacağım" demesi, terbiyeye dayanan bir hadisedir. Bir süre ile kısıtlı değildir. Resûl-i Ekrem (sav) ve ashabı; mazeretleri bulunmadığı halde cihada katılmayanlarla konuşmamışlardır. Nihâyet onların tevbe etmesi ve bu tevbelerinin Allahû Teâla (cc) tarafından kabul edilmesi sonucu (ki bu arada 50 günden fazla süre geçmiştir) konuşmaya başlamışlardır. Burada da; meşru bir sebeb mevcuddur.

1772- Birbirine dargın olan iki müslüman; aralarındaki anlaşmazlığı gideremezse, durum ne olacaktır? Âyet-i Kerîme'de: "O halde iki kardeşinizin arasını bulup barıştırın" emri verilmiştir. Duruma vakıf olan müslümanlar; anlaştırmak ve barıştırmak için kendilerini görevli hissetmelidirler. Bu konu ile ilgili olarak Resûl-i Ekrem (sav)in teşvikleri vardır. Nitekim: "Size nafile namaz, oruç ve sadakadan daha üstün bir şeyi haber vereyim mi?" buyurur. Sahabe-i Kiram: "Evet!.. (seni dinliyoruz) Ey Allah'ın Resûlü!.. deyince Resûlullah (sav): "(Küs olan) iki müslümanın arasını bulmak, barıştırmaktır. Çünkü aranın bozulması, kökünden kazır. Saçı kazır demiyorum, dini kazır"(297) buyurmuştur. Şerhû Damad'da: "Yalan söylemek; kat'i nasslarla haram kılınmıştır. Esasen insan bunun çirkinliğini aklen de kavrar. Ancak cihad sırasında; kafire hile yaparak, yalan söyleyip onu aldatmak haram değildir. İki müslüman arasını bulup, barıştırmak niyetiyle yalan söylemek de câizdir."(298) denilmiştir. Bunun dışında; zâlimin zulmünü defetmek ve mazlumu korumak niyetiyle de söylenen yalanın da haram olmayacağı kaydedilmiştir. Birbirine dargın olan karı-kocayı barıştırmak için de yalan söylemenin câiz olduğu bilinmektedir. Dikkat edilirse bütün bu fiillerde; zarûret söz konusudur.

1773- SÖZ TAŞIMANIN HÜKMÜ: Mü'minler arasında; dargınlığa ve fitneye sebep olacak sözleri birinden diğerine taşımak (nemime) haramdır. Kur'ân-ı Kerîm'de: "(Doğruya da, eğriye de) Alabildiğine yemin eden, izzet-i nefsi bulunmayan, (ötekini berikini) daima ayıplayan, (gammazlıkla) laf getirip götürmeye koşan (insanları hayırdan men eyleyen, aşırı zâlim çok günahkâr, kaba, haşin, bütün bunlardan başka kulağı kesik (damgalı soysuz) olan hiçbir kişiyi tanıma"(299) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirlerin cumhuru bu ayette vasıfları sayılan kimsenin Velid b. Muğire olduğunu beyan etmişlerdir. Rivayete göre Velid b. Muğire bunu işitince; annesinin yanına gitmiş kılıcını çekerek "Muhammed beni on sıfatla teşhir etti. Bunlardan dokuzunu kendimde buldum. Fakat "zenim" (zina mahsulü) olduğumu ilk defa duyuyorum. Bana doğruyu söylersen ne âlâ?" diye tehdit ederek, gerçeği öğrenmiştir. İbn-i Abbas (ra): "Allahû Teâla (cc) bu adamların ayıplarını teşhir ettiği kadar, hiç kimseyi vasıflandırdığını bilmiyoruz" demiştir. Velid b. Muğıre'nin sıfatlarından birisi de laf getirip götürmedir.(300) İnsanların ayıplarını onun kadar araştıran hiçbir müşrik yoktur. Allahû Teâla (cc) onun ayıplarını meydana çıkarmakla, bütün insanları bunlardan kaçınmaya dâvet etmiştir.

1774- Sahih-i Müslim'de; Hemmam b. Haris'den rivayete göre; "Kattat" cennete giremez. Hadis şudur: "Biz Hz. Huzeyfe (ra) ile birlikte mescidde oturuyorduk. Derken bir adam gelerek yanımıza oturdu. Hz. Huzeyfe (ra)'ye: "Bu adam sultana birşeyler götürüyor" dediler. Bunun üzerine Hz. Huzeyfe (ra) ona işittirmek isteyerek: "Ben Resûl-i Ekrem (sav)'i "Koğucu (kattat) cennete giremez" derken işittim" dedi.(301) Kadı İyaz: "Kattat'la Nemmam'ın mahiyeti birdir" derken, İbn-i Battal; bazı lügat ûlemasının arada ince bir fark olduğuna işâret ettiğini kaydediyor. Şöyle ki: "Nemmam: Konuşan cemaatle beraber olur ve onların konuştuklarını başkalarına götürür. Kattat ise: Cemaatin haberi yokken onların konuştuklarını dinler, sonra başkalarına taşır.


KUSUR ARAŞTIRMAK VE ARKADAN ÇEKİŞTİRMEK YASAKLANMIŞTIR

1775- Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü bazı zan (vardır ki) günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Kiminiz de, kiminizi arkasından çekiştirmesin. Sizden herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz!.. Allah'tan korkun. Çünkü tevbeleri kabul edendir, çok esirgeyicidir"(302) hükmü beyan buyurulmuştur.

1776- Şimdi bu ayetteki hükümleri birer birer ele alalım. Bir müslümana göre; bütün din kardeşleri iyi insanlardır. Çünkü Allahû Teâla (cc)'nın emânetini yüklenerek; tevhid akidesinin yeryüzünde gâlip gelmesi için gayret sarfetmektedirler. Bu sebeble müslümanın iyiliği sâbittir. Kötülüğü ise kat'i delillerle isbata muhtaçtır. Bu isbat edilmediği müddetçe; mü'min iyidir. Herhangi bir zan delil teşkil etmez. Kaldı ki Resûl-i Ekrem (sav): "Sanmaktan (zannediyorum demekten) sakınınız. Çünkü sanı (zannetmek) sözün en yalan olanıdır"(303) diyerek mü'minleri uyarmıştır.

1777- Allahû Teâla (cc): "Birbirinizin kusurunu araştırmayınız" buyurmuştur. Burada geçen "Tecessüs"; cesse fiilindendir. Casusluk yapmak, bir şeyi derinliğine araştırmak, üzerine düşmek ve kötü niyetle işlerin iç yüzünü kavramaya kalkmak gibi manalara gelir.(304) Dolayısıyla Allahû Teâla (cc) "zâhir ve sâbit olanı alınız, müslümanların ayıplarını araştırmayınız"(305) emrini vermiştir. Bu konu oldukça hassastır. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav): "Ey dili ile iman edip, kalben tasdik etmeyenler!.. Müslümanlara eziyet etmeyiniz, onların gizli taraflarını araştırmayınız. Allah müslüman kardeşinin gizli taraflarını araştıranın gizliliklerini araştırır. Ve Allah kimin ayıbının peşine düşerse, evinin içinde bile olsa, onu insanlara karşı mahcup eder"(306) diyerek, ayıp araştıranın fecî akıbetini haber vermiştir. Esasen insanların gizli kusurlarını meydana çıkarıp ilân etmek, utanma duygusuna indirilen en büyük darbedir. Belli bir süre sonra; insanlardan gizlemek lüzûmunu hissetiği kusurunu, âlânen icre etmeye başlar. Bu da büyük bir tehlikedir. Resûl-i Ekrem (sav): "Her kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allah (cc) kıyamet gününde onun ayıplarını örter"(307) buyurmuştur. Dolayısıyla; kusur araştırmak değil, ayıpları örtmek esastır. Cihad esnasında yapılan "câsusluk" ümmetin maslahatı ile ilgilidir ve câizdir.

1778- Âyet-i Kerîme'de: "Kiminiz de kiminizin arkasından çekiştirmesin. Sizden herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz" buyurulmuştur. Gıybetin haram olduğu hususunda icmâ vardır. Sahabe-i Kiram'ın "gıybet" hususunda: "Söylediğimiz vasıf gerçekten o kardeşimizde varsa ne dersiniz?" sualini (öğrenmek niyetiyle) Resûl-i Ekrem (sav)'e sormuşlardır. Bunun üzerine Resûlullah (sav): "Ğ Söylediğiniz vasıf; o kimsede gerçekten var ise "gıybet" etmiş olursunuz. Şayet (söylediğiniz vasıf) yoksa "iftira" etmiş olursunuz"(308) diyerek konuya açıklık getirmiştir. Dolayısıyla bir mü'minin arkasından; duyduğu takdirde hoşlanmayacağı bir kusurunu söylemek "gıybet" tir ve haramdır. Eğer o kusur sözkonusu değilse iftira edilmiş olur ki; bu daha büyük bir günahtır.

1779- Arkadan çekiştiren haram işlediği gibi; bunu dinleyen ve rahatsız olmayan kimse de vebal altına girer. Çünkü bir mü'minin hukukuna tecâvüz vâki olurken; sükût etmek sûretiyle, tecâvüzü onaylamış demektir. Esas olan bu gibi hallerde uyarıda bulunmak veya gıybeti dinlememektir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Gıyabında din kardeşinin namus ve şerefini koruyan kimseyi Allahû Teâla (cc) cehennemden azad edecektir"(309) müjdesi asla unutulmamalıdır.

1780- Eğer iftira sözkonusu olursa, mü'minlerin imamı veya nâibi ta'zir cezasını uygulayabilir. Bunun dışında iftira edenin üç yerde tevbe etmesi gerekir.
Birincisi: İftira ettiği topluluğun arasına gidip: "Ben falancayı sizin yanınızda böyle andım. Bilmiş olun ki ben bu sözümde yalancıyım" demesi lazımdır.
İkincisi: İftirada bulunduğu kimseye gidip, onu bu konuda razı etmek ve helâllik almaktır.
Üçüncüsü: Allahû Teâla (cc)'nın hukukunda olduğu gibi âdaba uygun bir şekilde tevbe etmektir. İftiradan daha büyük bir günah yoktur.(310)

1781- Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Başkalarının ayıp ve kusurlarından bahsetmek istediğiniz zaman, kendinize ait ayıp ve kusurları hatırlayınız"(311) buyurduğu bilinmektedir. Gıybet ve iftiradan korunmanın en güzel yolu; nefsi kontroldür. Süfyan b. Hüseyin der ki: "Bir gün İyâs hazretlerinin meclisinde bir adamı çekiştirerek bazı kötü fiillerini beyan ettim. İyâs hazretleri bana: "Sen cihad ve gaza kasdıyla Rum (yani Anadolu) cihetine gittin mi?" dedi. "Gitmedim" diye cevap verdim. "Sind yahut da Hint taraflarına cihada azmettin mi?" Oralara da gitmedim diye mukabele ettim. "Senin elinden Rum, Sind ve Hind ahalisi olan kafirler selâmet bulmuşlar iken, mü'min kardeşin niçin selâmet bulmuyor? Bundan sonra bir daha bu şekilde sözler söyleme"(312) diyerek, bana hayatım boyunca unutamayacağım bir ders verdi.

1782- Bazı durumlar vardır ki; hâdise meydana konulmadan mesele çözülemez. Dolayısıyla bu gibi hallerde; (gıybet sözkonusu olsa da) şer'i bir maksad sebebiyle söylenebilir.

Birincisi: Haksızlığa uğrayan kimse; hakkını almak veya suçluyu cezalandırmak için, onun yaptıklarını velâyet yetkisi olan (vâli, kadı, ulû'lemr vs...) kimseye anlatabilir.
İkincisi: Bir hâdisenin dini hükmünü öğrenmek, şahısları zikretmeyi gerektiriyorsa, gerektiği kadarını söyleyebilir. Yani fetva için; herhangi bir şahsın durumunun açıklanması gerekiyorsa, câizdir.
Üçüncüsü: Müslümanları korumak niyetiyle bazı uyarılarda bulunmak câizdir. Meselâ; sürekli aldatan bir kimsenin, bu vasfı mü'minler tarafından bilinirse, korunmaları mümkün olur. Resûl-i Ekrem (sav): "Fâcir kimseyi zikredin ki; insanlar onun şerrinden korunsun" buyurmuştur. Yine bir âlim; tağuta itaat niyetiyle mü'minleri hurafelerle çevresinde toplayan bir kimsenin durumunu izah edebilir.
Dördüncüsü: Bir lakabı olup, söylenmediği süre içerisinde tarifi mümkün olmayan bir kimseyi anlatmak için: "Uzun Mehmet!.. Topal Osman vs.." gibi ifadeler, gıybete girmez. Mâlum olmayan topluluk veya gurupları anmak da gıybet değildir. Mesela: "Falan yer halkı gece hayatını sever" gibi..
Beşincisi: Fıskın günahını gizlemeyen ve bunları aleni yapar hale gelen bir kimseyi o günahı sebebiyle anmak da câizdir. Mesela: "Falan şahıs her zaman sokakta sarhoş dolaşıyor. Buna bir çare bulalım" demek gibi.(313) Çünkü bu sözde "Emr-i Bi'l Ma'ruf, Nehyi ani'l münker" gayreti vardır.

ALAY ETMEK - KÖTÜ LAKAP TAKMAK VE AYIPLAMAK DOĞRU DEĞİLDİR

1783- Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. Bir kavim, diğer bir kavim ile alay etmesin. Olur ki (alay edilenler Allah indinde) kendilerinden daha hayırlıdır. Kadınlar da kadınları (eğlenceye almasın). Olur ki onlar (eğlenceye alınanlar) kendilerinden daha hayırlıdır. Kendinizi ayıplamayın. Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra faasıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, onlar zâlimlerin ta kendileridir"(314) hükmü beyan buyurulmuştur. Hangi gâye ile olursa olsun; bir müslümanla alay etmek, ayıbını yüzüne vurmak ve hoşlanmadığı bir lakap takmak doğru bulunmamıştır. Resûl-i Ekrem (sav) mü'minlere "Ya hayır konuşmalarını veya susmalarını"(315) tavsiye buyurmuştur.


HABERLERİ TAHKİK ETMEK

1784- Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. Eğer bir faasık size bir haber getirirse onu tahkik edin. (yoksa) Bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz"(316) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Ahmed (rha) Haris b. Dırar El Huzai'den şöyle rivayet eder: "Resûlullah (sav)'a gittim. Beni İslâm'a dâvet etti. Onu da kabul ettim. Resûlullah (sav)'dan kavmime gidip onları İslâm'a dâvet için izin istedim. "Kavmimden İslâm'ı kabul edenlerin zekâtlarını da toplarım. Siz bana bir elçi gönderirseniz, topladığım zekâtı ona teslim ederim" dedim. Aramızda gönderilecek elçinin vaktini tayin ettik!.. Haris; kavminden müslüman olanların zekâtını topladı. Tayin edilen vakitte elçiyi beklemeye başladı. Resûlullah (sav) Velid b. Ukbe'yi Harise gönderdi. Velid; bir miktar gittikten sonra korkarak geri dönmüş ve Resûlullah (sav)'e: "Haris zekâtı vermediği gibi beni de öldürmeye kalkıştı" demişti. Bunun üzerine Resûlullah (sav) Haris'in üzerine bir birlik gönderdi. Bu gelişmelerden haberi olmayan Haris; "Resûlullah (sav)'ın hoşuna gitmeyen birşey yaptığını ve bu sebeble elçi gönderilmediğini zannederek, durumu kavmine iletti ve birlikte Resûl-i Ekrem (sav)'e gitmeye karar verdiler. Haris ve arkadaşları Medine yakınlarında kendi üzerine gönderilen birlikle karşılaştı. Kendilerine nereye gittiklerini sorunca: "Senin için geliyoruz" dediler. Niçin geldiklerini sorunca: "Resûlullah (sav) sana Velid b. Ukbe'yi gönderdi. Zekatı vermediğin gibi onu öldürmeye kalkışmışsın cevabını verdiler. Haris: "Muhammed'i hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, kimseyi görmedim. Bana zekât için kimse gelmedi" dedi. Beraberce Resûl-i Ekrem (sav)'in huzuruna vardılar. Resûlullah (sav): "Sen zekât vermediğin gibi, elçimi de öldürmeye kalkmışsın" dedi. Haris: "Hayır ya Resûlullah! Seni hak peygamber olarak gönderen Allah (cc)'a andolsun ki; ne elçin geldi, ne de ben onu gördüm. Ben elçiniz gelmeyince; Allah (cc) ve Resûlu bana gazab ettiler diyerek korkumdan buraya geldim" dedi. Bunun üzerine: "Ey iman edenler!.. Eğer bir faasık size bir haber getirirse, onu tahkik edin. (Yoksa) bilmeyerek..." ayeti nazil oldu.(317)

1785- Fahrüddin-i Razi: "Müfessirlere göre bu âyet; Resûlullah (sav)'ın Velid b. Ukbe'yi Ben-i Mustalık'ın zekâtını alması için göndermesi hadisesi üzerine nazil olmuştur. Müfessirler bu görüşleriyle; bu ayet umumi olarak gelmiştir fakat nazil oluşu Velid b. Ukbe hadisesine rastlamıştır demek istiyorlarsa doğrudur."(318) dedikten sonra; H. Velid b. Ukbe'nin kötü bir niyeti olmadığını beyan etmektedir. Esasen Âyet-i Kerîme'nin hükmü umumidir. Nitekim fukaha, faasıkın şehadetini kabul etmemiştir. Delilleri de bu Âyet-i Kerîme'dir. İmam-ı Kurtubi: "Faasık olduğu kat'i olarak tespit olunan kimsenin haberleri geçersiz olur. Çünkü haber emânettir. Fısk ise; onun iptalinin delilidir."(319) hükmünü zikreder. Aynı konuda İmam-ı Cessas: "Ayetteki "Tahkik Edin" ifadesi; faasıkın şehadetinin kabul edilmesinin yasaklandığına delildir. Çünkü şehadet bildiğini haber vermekten ibarettir. Faasıkın şehadeti kabul edilmediği gibi, diğer hususlardaki haberleri de kabul edilemez. Hülâsa; din ile ilgili herhangi bir mevzuda onun getireceği haber muteber değildir"(320) buyurmuştur. İbn-i Abidin, bu konuyla ilgili olarak şunları zikrediyor: "Faasıkın haberi bilittifak kabul edilmez. Çünkü onun Diyanet babındaki sözleri, yâni âdil kimselerden alınması mümkün olan haber rivayeti gibi sözleri makbul değildir. Ama suyun temizliği veya pisliği hususlarındaki haberi, araştırılarak kabul edilir. Zirâ böyle bir haberi verecek adil kimse bulmamak mümkündür. Tahavi'nin "İster adâletsiz olsun" sözü, hâli gizli manasına yorulmuştur. Nitekim İmam-ı Hasan'ın rivayeti de öyledir. Zirâ adâletliden murad; adâleti sâbit olandır. Hali; gizli olanda ise, sübût yoktur. Faasıklığı meydanda olana gelince; bizim mezhebimizde ona cevaz veren yoktur"(321) Mâlum olduğu gibi günümüzde haberler; televizyon, radyo ve gazete gibi yayın vasıtalarıyla kitlelere ulaştırılmaktadır. Bunların mâhiyeti selim akıl sahipleri indinde meçhul değildir. Bilhassa çıplak kadın resimleriyle; kitlelerin ahlâkını ifsada gayret eden yayın organlarının hiçbir haberi delil teşkil etmez. Hepsi tahkike muhtaçtır.

1786- Kur'ân-ı Kerîm'de: "Eğer mü'minlerden iki zümre birbirleriyle döğüşürlerse aralarını (bulup) barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecâvüz ediyorsa siz tecâvüz edenle Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın. Bunun neticesi eğer (Allah'ın emrine) dönerse, artık adâletle aralarını (bulup) barıştırın. (Her işinizde) adâletle hareket edin. Allah şüphesiz âdil olanları sever"(322) hükmü beyan buyurulmuştur. Buhari ve Müslim Usame b. Zeyd (ra)'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Resûlullah (sav) eşeğine binerek hastalanan Sa'd b. Ubabe (ra)'nin ziyaretine gitti. Yol güzergahında aralarında Abdullah b. Übey ile Abdullah b. Revaha (ra)'nın bulunduğu bir cemaat oturuyordu. Abdullah b. Übey yüzünü abasıyla örterek: "Toz çıkarmayın" dedi. Bunun üzerine Abdullah b. Revaha (ra): "Resûlullah (sav)'ın eşeğinin kokusu senden daha güzeldir" dedi. Her ikisinin akrabaları arasında kavga çıktı. Bunun üzerine bu ayet nâzil oldu.(323) İmam-ı Şafii (rha): "Adâletten murad; Allahû Teâla (cc)'ın emrine uygun şekilde amelde bulunmaktır"(324) hükmünü zikreder. Dolayısıyla mü'minlerin arasını "Âdil" bir şekilde ıslah etmek gerekir.

  ANASAYFA
b a
MEVZULAR
 • Takdim ve Önsöz
 • Genel Bilgiler
 • Tevhid ve Sıfat İlmi
 • Temizlik Bahsi
 • Namaz Bahsi
 • Cihad Bahsi
 • Oruç Bahsi
 • Zekât Bahsi
 • Hac ve Kurban Bahsi
 • Nikah Bahsi
 • Had ve Hudud Bahsi
 • Rızık-Kazanç Bahsi
 • Adâbı Muaşeret Bahsi
 • Adâlet Bahsi
 • Miras Hukuku Bahsi
 • Çeşitli Meseleler
 • Mevzuların Tam Listesi
 
 • ANASAYFA
MURABIT