EMANET ve EHLİYET - İSLÂM İLMİHÂLİ

ADÂLET - ADÂLET SİYÂSETİ - DEVLETİN TARİFİ VE MÂHİYETİ

TEVHİD MÜCADELESİNİN TEMELİ: ADÂLET

1787- HZ. Adem (ac)'den, Resûl-i Ekrem (sav)'e kadar devam eden dönem içerisinde bütün peygamberler; yeryüzü müstekbirlerine karşı cihad etmiş ve adâleti ayakta tutmaya çalışmışlardır. Kur'ân-ı Kerîm'de; "Andolsun ki biz peygamberlerimizi açık açık belgelerle gönderdik ve insanların adâleti ayakta tutmaları için beraberinde kitabı ve mizanı da indirdik"(1) hükmü beyan buyurulmuştur. Adâletin, "ayakta tutulabilmesinden" maksad; Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlerle amel edilmesidir. Zirâ insanların hevâ ve heveslerinden kaynaklanan kanunlar; kuvvetli olanın gâlibiyetini beraberinde getirir. Sonuçta "Zulüm" ortaya çıkar. Mizan'dan murad; adâlet terazisidir ve kitaba bağlı olarak zikredilmiştir.(2) Allahû Teâla (cc)'nın emrini emrettiği şekilde yerine getirmeye "Adâlet" denilir.(3) Hanefi fûkahası; Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmedilen, müslümanların "Bey'at"la, gayr-i müslimlerin "Zimmet" akdi ile güvenliğe kavuştukları beldelere "Darü'l-İslam" denildiği gibi "Darü'l-Adl" de demişlerdir.(4) İmam-ı Şafii (rha) "Adâlet'den murad; Allahû Teâla (cc)'nın emrine uygun şekilde amelde bulunmaktır."(5) hükmünü zikreder. Esasen Allahü Teala (cc)'nın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler; kâfirler, zâlimler fâsıklar olarak beyan edilmektedir.(6)

1788- Kur'ân-ı Kerîm'de: "Hiçbir insana yakışmaz ki; Allah O'na kitabı, hükmü ve peygamberlik görevini versin de sonra o (kalksın) insanlara: "-Allah'ı bırakıp da (gelin) bana kulluk edin" desin, (mümkün mü?) Fakat o "-Öğrettiğiniz ve okuduğunuz kitap gereğince Allah'a halis kullar (Rabbaniler) olun" der. Size melekleri veya peygamberleri ilâhlar edinmenizi de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra size inkarı emreder mi hiç!."(7) hükmü beyan buyurulmuştur. Yahudilerden Ebû Rafii El Kurazi'nin ve Necran Hristiyanlarından bir grubun liderinin Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben: "-Yâni sana ibâdet etmemiz, seni "Rab" tanımamızı mı emrediyorsun" demesi üzerine bu Âyet-i Kerîme'nin nâzil olduğu rivayet edilmiştir. Fakat hüküm noktasından; bütün insanları tefekküre dâvet etmektedir. Peygamberlerin; Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümleri bir kenara bırakıp, hevâ ve heveslerine uyamıyacakları hatırlatılmıştır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Hiç biriniz (eliniz, emriniz altında bulunanlara) kulum demesin. Çünkü hepiniz Allahû Teâla (cc)'nın kullarısınız" hadisi meselenin mâhiyetini kavramamızı kolaylaştırmaktadır.

1789- Tevhid mücadelesinin mahiyeti; "Kıssa"lar yoluyla, bütün insanlara tebliğ edilmiştir. Esasen kıssaların nakledilmesinin sebeblerinden birisi de; "İbret" alınmasıdır.(8) Meydana gelen hadiselerin sebeblerini iyi tesbit etmek ve aynı hataları tekrarlamamak şarttır. Nitekim bir Âyet-i Kerîme'de: "Andolsun onların kıssalarını açıklamada selim akıl sahipleri için birer ibret vardır. (Bu Kur'an) uydurulacak bir söz değildir. Ancak kendinden evvel indirilen kitapların tasdiki, (dine âid) her şeyin tafsilidir"(9) buyurulmuştur. Şimdi tevhid mücadelesinde "Adâlet'in" nasıl önemli bir yer tuttuğunu izaha gayret edelim.

1790- İnsanların hevâ ve heveslerinden kaynaklanan kânunlarla hükmetmek zulümdür. Nitekim "Kur'ân-ı Kerîm'de: "-Ey Davûd!.. Biz seni yeryüzüne halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve Adâletle hükmet!.. (Sakın) Hevâ ve heveslerine tabi olma ki; bu seni Allah yolundan saptırır. Hesab gününü unuttukları için, Allah yolundan sapanlara (Hevâ ve hevesine tâbi olanlara) çetin bir azab vardır"(10) hükmü beyan buyurulmuştur. Bilindiği gibi peygamberler; akıllı, zeki ve kuvvetli rey sahibi olan kimselerdir.(11) Buna fetânet denir. Allahû Teâla (cc) peygamberlere; tâğuti güçlerin her türlü iddialarını ortadan kaldırabilmeleri için, "Fetânet" vasfını ihsan etmiştir. Dikkat edilirse Âyet-i Kerîme'de; "Hak ve Adâlet'le" hükmetmesi emredilirken, hevâ ve hevesinden sakınması da hatırlatılmaktadır. Şimdi "Hak ve Hukuk" kelimeleri üzerinde duralım. İbn-i Abidin: "Hukuk kelimesi, "Hak" kelimesinin çoğuludur. Hak lugatta; bâtılın zıddıdır. Mevcut olan demektir"(12) hükmünü zikrediyor. Usûl-i Fıkıh'ta: "Şer'i şerifle her bakımdan ve şüphesiz bir mahiyette mevcut olana Hak denir"(13) tarifi esas alınmıştır. Maalesef günümüzde hukuk kavramı; bâtılın zıddı olma mâhiyetinde kullanılmamaktadır. Selim akıl sahibi her insan; hukukun (yani hakkın) üstünlüğünü kabul eder.

1791- İnsanlara; kuvvetle ve silahla gâlip gelen zorbalara boyun eğmek ne büyük bir zillettir!.. Hevâ ve heveslerinden kaynaklanan kanunlarla insanlara zulmeden Tâğuti güçler; fitne ve fesadın kaynağını teşkil eder. Kur'ân-ı Kerîm'de: "İşte Âd kavmi!.. Onlar Allahû Teâla'nın ayetlerini bilerek inkâr ettiler. Peygamberlerine isyan ettiler. Böylece başları (liderleri) olan her zorbanın emrine uyup gittiler. Onlar bu dünyada da kıyamet gününde de lânet cezasına tâbi tutuldular"(14) hükmü beyan buyurulmuştur. Dikkat edilirse burada; zorbaların ve halkına silâhla gâlip gelen güçlerin mâhiyeti izah edilmektedir. Âd kavmi onların peşinden gittiği için lânetlenmiştir. Bu bir anlamda; zorbalığa karşı direnmenin vâcip olduğunun açık delilidir. Şimdi Âd kavmininin akıbetini gündeme getirelim; Allahû Teâla (cc) şöyle buyurmuştur: "Âd kavmine gelince!.. Onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve "Kuvvetçe bizden daha güçlü kimmiş?" dediler. Onlar (Kendilerini) yaratıp durmakta olan Allah'ın kendilerinden daha kuvvetli olduğunu anlamadılar mı? Onlar bizim mûcizelerimizi ve ayetlerimizi bilerek inkâr ediyorlardı. Bundan dolayı biz de; dünya hayatında zillet azabını kendilerine tatdırmak için, uğursuz günlerde üzerlerine çok gürültülü korkunç bir fırtına gönderdik. Elbette âhiret azâbı daha da zelil kılıcıdır. Onlara (Hiçbir sûretle) yardım da olunmaz"(15) Afif Abdülfettah Tabbara: "Âd kavmi o gün ne istemişse, büyük devletler (emperyalistler) de bugün aynı şeyi istiyorlar. İlim, medeniyet, servet ve kuvvet gururunun kölesi olmuş bu devletler hak'dan yüz çevirmiş, kendilerine mağlup olan küçük devletleri köleleştirmişler, servetlerini yağmalamışlar, fitneyi tutuşturmak, vicdanları parçalamak için her âdi yola başvurmuşlardır. Sanki lisân-ı hal ile "Bizden daha kuvvetli kim var?" demektedirler"(16) hükmünü zikrederek, meselenin can alıcı noktasına işaret etmektedir" Bugün Türkçe'de kullanılan "âdi" kelimesi; bu kavime mensubiyet belirten bir sıfattır. Tabii kötü bir sıfat!...

1792- Resûl-i Ekrem (sav)'in "Bir günlük Adâlet, altmış yıllık (nafile) ibâdetten hayırlıdır"(17) buyurduğu bilinmektedir. Allahû Teâla (cc)'nın emrini; emrettiği şekilde yerine getirmek ve hukuka riayet etmek tevhid mücadelesinin temelini teşkil eder. Şimdi "Adâlet Siyâseti" üzerinde duralım.

ADÂLET SİYÂSETİ

1793- Kur'ân-ı Kerîm'de: "Allah, peygamberlerden şöyle misak (söz, ahid) almıştı: "-Andolsun ki size kitap ve hikmeti verdim. Sonra size yanınızda bulunan (Kitabı ve hikmeti) tasdik edecek bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanacak ve yardım edeceksiniz. Bunu kabul ettiniz mi? Bu hususta ağır ahdi üzerinize aldınız mı? "-Kabul ettik" dediler. (Allah) buyurdu ki: "-Öyleyse (birbirinize ve ümmetlerinize karşı) şâhid olun. Ben de sizinle beraber (Bu mîsakınıza, sözünüze) şâhidlik edenlerdenim"(18) hükmü beyan buyurulmuştur. İbn-i Kesir: "Ayette peygamberler zikredilmiştir. Fakat onların sâdece kendileri değil, ümmetleri de bu misaka dahildirler. Binaenaleyh Allahû Teâla (cc) peygamberleri vasıtasıyla onlara tâbi olan ümmetlerinden daha sonra gelecek kitap ve peygamberleri kabul ve tasdik etmeleri hakkında mîsak (söz) almıştır. Başka bir rivayete göre; Allahû Teâla (cc) her peygamberden, âhir zamanda gelecek son peygamberine (Resûl-i Ekrem (sav)'e) inanmalarına dair söz almıştır. Hz. Ali (ra) ve Hz. Abbas (ra) şöyle buyurmuşlardır: Allah (cc) gönderdiği her peygamberden; birbirini kat'i olarak tasdik hususunda söz almıştır. Ayrıca ümmetlerinden Resûl-i Ekrem (sav)'e yetiştikleri takdirde, ona inanıp yardım etmeleri hakkında söz almalarını emretmiştir. Hz. Peygamber'in "-Eğer Musâ ve ësâ sağ olsalardı. Bana uymaktan başka bir-şey yapmazlardı" dediği rivayet edilir."(19) hükmünü zikrederek, konunun hassasiyetini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla peygamberler; tevhid akîdesini yerleştirme mücadelesinin birer ferdidir. Onlar birbirini kıskanıp inkâr eden değil; birbirini doğrulayan ve tasdik eden insanlardır. Sonuçta ortak bir Adâlet siyâseti gündeme girmiştir.

1794- Emir, nehiy ve terbiye gibi mânâlara gelen siyâset kelimesi "Sa'se" fiilinden masdardır. İbn-i Abidin: "Siyâset; halkı dünya ve âhirette kurtulacakları yola irşad etmekle, onların salâh ve menfaatlerine çalışmaktır"(20) hükmünü zikreder. Dolayısıyla bu anlamda; bütün peygamberler siyâsetle meşgul olmuşlardır. Şimdi hukukun korunması hususundaki siyâseti ortaya koyabilme ki çin iki hadiseyi gündeme getirelim.

1795- Mekke'nin Fethi sırasında "Ben-i Mahzûn" kabilesinden bir kadın hırsızlık yapmıştır. Sahabe-i Kiram'dan Hz. Usâme b. Zeyd (ra) Resûl-i Ekrem (sav)'in huzuruna gelerek, cezânın tatbik edilmemesi hususunda istirhamda bulunur. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav): "Muhakkak ki İsrail oğulları arasında soylu (Şerefli, nüfuslu) birisi hırsızlık yaptığı zaman, o cezasız bırakılırdı. Zayıf (kimsesiz) birisi yaptığı zaman, derhal elini keserlerdi. Şimdi sen Allahû Teâla (cc)'nın hadlerinden bir had (cezası) için, şefaatte mi bulunuyorsun? Ben hırsızlık yapan kadın kızım Fatıma olsaydı, muhakkak onun da elini keserdim"(21) buyurmuştur.

1796- Hz. Ali (ra) ile bir zimmi (Gayr-i Müslim) arasında ihtilâf vukû bulur. O sırada Hz. Ali (ra) halife'dir. Meselenin vuzûha kavuşması için Hz. Ali (ra) ile gayr-i müslim (zimmi) şehrin kadısı Hz. Şureyh (rha)'in huzuruna varırlar. Kadı Şureyh (rha); Hz. Ali (ra)'den iddiasını isbat için delil getirmesini isteyince; Hz. Ali (ra) oğlu Hz. Hasan (ra) ile hizmetçisi Kanber'i şâhid olarak gösterir. Kadı Şureyh (rha); Resûl-i Ekrem (sav)'in "çocuğun babası için şehâdetinin kabul edilmeyeceğini" açık olarak beyan buyurduğu için Hz. Hasan (ra)'nın, bahsi geçen ihtilâfta şâhid olamayacağını, velâ ve hizmet sebebiyle Kanber'in de şâhidliğini kabul edemeyeceğini, başka şâhid getirmesini" mûnâsib bir lisanla izah eder. Hz. Ali (ra) başka şâhidi bulunmadığı için: "- Hz. Hasan'ın âdil ve yüksek seciyeli bir kimse olduğunu, her-hâlûkarda mutlaka doğruyu söyleyeceğini, bu hususların dikkate alınarak şâhidliğinin kabulünü tekrar istirham eder. Kadı Şureyh yine kabul etmez. Bunun üzerine Hz. Ali (ra) Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin cennet ehlinin gençlerinin efendileridirler" hadisini kadı'ya hatırlatır. Kadı Şureyh (ra): "-Evet!. Peygamberimiz efendimizin (sav) onlar hakkındaki sitayişli sözlerine vâkıfım. Fakat yine sen başka bir şâhid getir" diyerek, kararında ısrar eder.(22) Dikkat edilirse Hz. Ali (ra) bu sırada İslâm devletinin lideridir. Mahkemede hasmı olan kimse ise; bir gayr-i müslim!.. Fakat Kadı Şureyh'e göre; birbirinden hak talebinde bulunan iki insan sözkonusudur. 1797- Hz. Ömer (ra); bir mektup yazarak, Vâli ve Âmillerin hac mevsiminde toplanmalarını emreder. Bütün görevlilerin ve insanların bir-arada olduğu sırada hutbe'ye çıkar ve: "Ey insanlar!.. Ben şu memurlarımı ancak sizin için iyilik önderleri, hak müdafileri olarak gönderiyorum. Asla ve Kat'a sizi dövmeleri, öldürmeleri ve haksız yere mallarınızı almaları için göndermiyorum, içinizden kimin; bu vâlilerden birisinde bir alacağı varsa kalksın söylesin." buyurur. Hazır bulunan cemaatten sadece bir adam kalkar ve: "-Ey mü'minlerin emiri!.. Senin memurun bana (haksız olarak) yüz kırbaç vurdu." der. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) o Vali'ye dönerek; "-Demek ona yüz kırbaç vurdun ha!.." buyurur. Sonra hak isteyene hitaben: "-Kalk kısas yap!.. Hakkını al" emrini verir. Bunun üzerine Hz. Amr b. As ayağa kalkarak Hz. Ömer'e yaklaşır ve "-Ey Mü'minlerin Emiri!.. Eğer sen memurların hakkında bu kapıyı açarsan, bu onlara çok ağır gelir. Senden sonra da bir adet halini alır" diyerek endişesini beyan edir. Hz. Ömer (ra): "-Resûlullah (sav)'ın kendi nefsine kısas yaptığını gördüğüm halde, ben onu (Vâli'yi) kısassız mı bırakacağım? Ey hak sahibi kalk ve hakkını al"(23) diyerek, hak'lının daima kuvvetli olduğunu ortaya koyar. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Mutlaka hakları sahiplerine ödeyeceksiniz. Hatta boynuzsuz koyun (Kendini toslayan) boynuzlu koyuna kısas yapacaktır"(24) buyurduğu bilinmektedir. İslâm'ın temel düstûru: "Hak sahibi, daima kuvvetlidir."


DEVLETİN TARİFİ VE MÂHİYETİ

1798- İnsanların ortak ihtiyaçlarının karşılanması ve insanlığa faydalı olan işlerin yapılması; devletin "varlık sebebi" olarak kabul edilmiştir. Mesele bu açıdan ele alındığı zaman "İnsana Hizmet" hadisesi gündeme girer. Dolayısıyla devleti şu şekilde tarif etmek mümkündür: "İnsanların ortak ihtiyaçlarından doğan, birbirleriyle olan ilişkilerini sosyal sözleşme esaslarına göre düzenleyen; bir ülke üzerindeki siyasi ve hukuki iktidarın, müessese mahiyetindeki görünümüne devlet denilir"(25) tariften de anlaşılacağı üzere; devlet, müşahhas ve mücerred bir-çok unsurun bir araya gelmesi sonucu ortaya çıkar. Herşeyden önce; sınırları mâlum olan bir toprak parçası (ülke) ve o ülke üzerine yerleşmiş, insan cemaatine ihtiyaç vardır. Bir devletin; siyâsi, iktisâdi, ictimâi çerçevesine ve iskeletini teşkil eden yazılı-yazısız bütün hukuki ilkelerine anayasa adı verilir.(26) Genellikle insanların ortak ihtiyaç ve iradelerini (Sosyal sözleşme esaslarını) kabul ettikleri anayasalarında görmek mümkündür. Dolayısıyla Allahû Teâla (cc)'ya iman eden ve O'na ibadeti esas alan insanların; kendi aralarındaki sosyal sözleşmeleri, İslâm dinine dayanır. Nitekim İbn-i Hümam: "Mü'minlerin kendi içlerinden bir imam (devlet başkanı, Ulû'lemr) seçmelerinin sebebi; İslâm dininin emirlerini hakkı ile edâ etmektir"(27) diyerek, müslümanların sosyal sözleşmelerinin mahiyetini ortaya koymaktadır. Tağut'a kulluğu esas alan insanlar; sosyal sözleşmelerini, kuvvet dengelerine göre tesbite gayret ederler. Çünkü onlar; Allahû Teâla (cc) ve Resûlü (sav)'ne karşı isyan ederek, hevâ ve heveslerine kapılmışlardır.

1799- Filozoflar devletin fonksiyonları hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Hatta bir kısmı; devletin; egemen güçlerin, (diğer insanlara) hâkimiyetini sağlayan bir araç olduğu iddiasındadır. Genel olarak Aristo'dan bu yana devletin; teşri (kanun koyma), icra (kânunları tatbik etme) ve Yargı fonksiyonları üzerinde durulmuştur. Devlet teşri fonksiyonu ile; kanunlar koymak, hukuk kaidelerini göstermek sûretiyle ferdlerin hareket ve münasebetlerini belirler. Böylece cemiyet belirli bir nizama kavuşur. Kaza (yargı) fonksiyonu ile; bu kanunları münasebetlere ve hadiselere tatbik ederek, kaidelere uygun olmayan davranışları önler, hukuk nizamını korur. İcra fonksiyonu ise; gerektiğinde kuvvet kullanarak, hukuk nizamını korumak ve ortak ihtiyaçların teminini sağlamak, faydalı ve iyi neticeler elde etmek şeklinde ele alınmıştır.(28) Bugün Türkiye'de; teşri (kanun koyma) fonksiyonu Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), icra ve idare fonksiyonunu; Cumhurbaşkanı başta olmak üzere, Başbakan, Bakanlar Kurulu ve devlet memurları, Kaza (Yargı) fonksiyonunu ise mahkemeler yerine getirmektedirler. Ancak devletin temel nizamlarını tamamen veya kısmen İslâm dinine uydurmak suçtur.(29) Bu sebeble; TBMM üyeleri, insanlardan aldıkları yetkiye dayanarak, insanlar üzerine kanun koymak durumundadırlar. Bazı müellifler; bunu "Çağdaş Uygarlık" olarak nitelendirmektedirler. Halbuki hevâ ve heveslerini ilâh edinen insanların kurduğu bir sistemdir.

1800- Kur'ân-ı Kerîm'de: "Şüphesiz ki Allah size emânetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Hakikat Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor!. (İyi düşünün) Şüphe yok ki Allah (hükümlerinizi) hakkı ile işitici, (bütün yaptıklarınızı) hakkı ile görücüdür"(30) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu Âyet-i Kerîme'nin "Mekke'nin Fethi" sırasında indiği rivâyet edilmektedir. Resûl-i Ekrem (sav) fetihten hemen sonra Kabe'yi tavaf etmiş, sonra içeri girmek istemiştir. Kabe'nin anahtarı; atadan, dededen Hz. Osman b. Talha'ya intikâl eden bir emânet durumundadır. Anahtarı peygamber (sav)'e vereceği sırada Hz. Abbas (ra): "Bundan böyle anahtarın kendisine emânet edilmesini, sıkâyet (hacılara su verme) hakkından sonra, sidânet'in (Kabe'nin bekçiliğinin) de kendisinde olmasını" arzu ettiğini beyan eder. Hz. Osman b. Talha (ra) bu teklif karşısında anahtarı geri çeker, rahatsız olduğu her halinden bellidir. Daha sonra Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben: "-Anahtarı, Allah'ın emâneti olarak veriyorum" der. Resûlûllah (sav) Kabe'nin içine girerek putları temizler ve sonra Hz. Osman b. Talha (ra)'yı yanına çağırarak: "Osman, işte emânet olarak verdiğin anahtar. Bugün ahde vefa ve iyilik günüdür" buyurur. Kısa bir süre sonra: "Şüphesiz ki Allah, size emânetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder..." âyeti nâzil olur.(31) Bunun dışında başka rivayetler de vardır. İslâm ûleması; ayetin hükmünün umumi olduğu hususunda ittifak etmiştir. Esasen Resûl-i Ekrem (sav)'in Kabe'nin anahtarı amcası Hz. Abbas'a değil; o işe daha ehil olan Hz. Osman b. Talha'ya vermesi de, bu ittifakın bir delilidir. Ayrıca: "İş ehil olmayanların eline geçti mi, kıyâmeti gözetleyiniz"(32) Hadis-i Şerifi; her türlü emânetin mutlaka ehil olanlara teslimini tavsiye etmektedir. Bazı müfessirler, bu Âyet-i Kerîme'nin; emir sahipleri ve kadı'lar hakkında indiğini de rivayet etmişlerdir.(33)

1801- Müslümanlar; herhangi bir kavme kin duysalar dahi, hüküm verirken âdil olmak mecburiyetindedirler. Zirâ "İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman, Adâletle hükmetmenizi emreder" hükmü; herhangi bir tahsise manidir. Ayrıca bir başka Âyet-i Kerîme'de: "Ey iman edenler!.. Allah için hakkı ayakta tutan (hakim insan)lar, adâletle şâhidlik eden (kimse)ler olun. Bir kavme olan kininiz, sizin Adâletten ayrılmanıza sebeb olmasın. Adil davranın. Zira (Adâletle muamele) takvaya en yakın olandır"(34) hükmü beyan buyurulmuştur. Farklı dinlerden olan insanlar; mü'minlerin imamına veya kadısına müracaat ettikleri zaman, onlar arasında da Adâletle hükmetmek farzdır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Allahû Teâla (cc) zulmetmeyen (Adil olan) hakimle beraberdir. Eğer zulme saparsa, onu kendi nefsinin eline bırakır"(35) buyurduğu bilinmektedir. Bilindiği gibi zulüm; Adâletin zıddıdır. Allahû Teâla (cc)'nın; zalimleri sevmediği ve zulme razı olmadığı kat'i nasslarla sabittir. Şimdi zulmün çeşitlerini kısaca gündeme getirelim. Resûl-i Ekrem (sav): "Zulüm üç türlüdür. Bir zulüm var ki, Allah onu affetmez. Bir zulüm var ki, Allah onu affeder. bir zulüm de var ki, Allah onun mutlaka hesabını sorar. Allahû Teâla (cc)'nın affetmediği zulüm şirktir. Çünkü Allah "Şirk büyük bir zulümdür" (Lokman Sûresi: 31) buyurmuştur. Allah'ın affedeceği zulüm; kulların kendi nefislerine karşı işledikleri zulümdür. Rabbleri ile kendileri arasındaki işlerde yaptıkları hatadır. Allah'ın hiç bırakmayıp mutlaka hesap soracağı zulüm ise; kulların birbirlerine karşı haksızlıklarıdır. Allah bunların hesabını sorar ve zâlimleri cezalandırır"(36) buyurarak, zulmün çeşitlerini ve sonuçlarını izah etmiştir.

1802- Akaid kitaplarında müslümanların ortak ihtiyaçları beyan edilirken "Müslümanlar için bir imama mutlak sûrette ihtiyaç vardır. Dini hükümlerin uygulanması cezaların (Hadlerin) tatbiki, kafirlere karşı ülke sınırlarının korunması, cihad için ordu teşkil edilmesi, sadakaların toplanması, zorbaların, soyguncuların ve eşkiyaların zabt-u rapt altına alınıp kahredilmesi, Cum'a ve Bayram Namazlarının edâ edilmesi, insanlar arasında ortaya çıkan ihtilâfların ortadan kaldırılması hukukun üzerine kâim olduğu şâhidliklerin kabulü, velileri bulunmayan (kimsesiz) çocukların ihtiyaçlarının karşılanması, eğitilmesi, evlendirilmesi ve ganimet mallarının taksimi gibi önemli meseleler imam (Devlet başkanı, Ulû'lemr) sayesinde icra edilir"(37) hükmünde ittifak edilmiştir.Bütün bunları; teşrii, tebliğ, icra ve kaza fonksiyonları içerisinde mütalaâ etmek mümkündür. Şimdi bu konu üzerinde duralım.

  ANASAYFA
b a
MEVZULAR
 • Takdim ve Önsöz
 • Genel Bilgiler
 • Tevhid ve Sıfat İlmi
 • Temizlik Bahsi
 • Namaz Bahsi
 • Cihad Bahsi
 • Oruç Bahsi
 • Zekât Bahsi
 • Hac ve Kurban Bahsi
 • Nikah Bahsi
 • Had ve Hudud Bahsi
 • Rızık-Kazanç Bahsi
 • Adâbı Muaşeret Bahsi
 • Adâlet Bahsi
 • Miras Hukuku Bahsi
 • Çeşitli Meseleler
 • Mevzuların Tam Listesi
 
 • ANASAYFA
MURABIT