EMANET ve EHLİYET - İSLÂM İLMİHÂLİ

FAİL-İ MEÇHUL - CENİNE KARŞI İŞLENEN CİNAYETLER - HAYVANLARIN İŞLEDİĞİ CİNAYETLER

"FAİL-İ MEÇHUL" CİNAYETLER VE KASAME

1347- İslâm toplumunda (Darû'l İslâm'da) hiçbir ferdin kanı heder edilmez. Faili meçhul bir cinayetten; başta Ulû'lemr olmak üzere, mü'minler ve gayr-i müslimler (zimmiler) mesuldürler. Zira şer'i bir sebeb olmadan bir kimseyi öldüren, bütün insanlığı öldürmüş gibidir. "Kasame'nin" lugat manası güzelliktir. Aynı zamanda "kasem" manasına da kullanılır. "İksam" ise; yemin etmek, manasınadır. İslâmi ıstılahta: "Katili bilinemeyen ve üzerinde katl (öldürülme) alametleri bulunan maktulün; bir mahalde bulunması üzerine, orada mukim bulunan kimseler üzerine muayyen bir miktarda ve özel surette yaptırılan yemine kasame denir.(236) şeklinde tarif edilmiştir.

1348- Hanefi fûkahası "Fail-i Meçhul" (katili bilinmeyen) bir cinayette, maktulün (öldürülenin) bulunduğu mahalledeki bütün insanların topluca "davalı" duruma düştüğünü esas almıştır. Öldürülen kimsenin asabesi (velileri) ise "davacı" durumundadırlar. Dolayısıyla Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Delil getirmek davacıya, yemin etmek ise davalıya düşer" Hadis-i Şerif'i gereğince, amel edilir. Maktulün (öldürülenin) velilerinin talebi üzerine, o beldede mukim bulunan elli kişiye: "Billahi biz öldürmedik, öldüreni de (katili) bilmiyoruz" diye yemin ettirilir. Eğer elli kişi yoksa, yemin sayısının elliye tamamlanması için, bir kişiye birkaç defa yemin ettirilmesi gerekir. Zira bu husus sünnetle sabittir. O mahalle halkı yemin etmekten çekinirse; yemin edinceye veya katili teslim edinceye kadar hapsedilirler. Mahalle halkı muayyen olan yemini, özel surette edâ ederse, yeminden sonra "diyet" üzerlerine vacip olur.(237) Yemin; o mahallede mal sahibi olan erkekler üzerinedir. Kiracı olan veya müşteri olarak o mahallede bulunan kimseler; "yeminden" sonra vacip olan diyete iştirak etmezler. Çocuklara ve kadınlara yemin ettirilmez.

1339- Yeminden sonra; herbirine üç veya dört dirhem gümüş olmak üzere, maktulün (öldürülenin) velisine "diyet" ödemesi emredilir. Diyetin tamamı üç yıl içerisinde ödenmek zorundadır.(238) Sonuç olarak "kasame"; can emniyetinin Darû'l İslâm'ın tamamında, ferdlerce hassasiyetle korunmasını temin eder.

Kasamenin sebebi: Maktulün (öldürülen kimsenin) bulunması ve katilin bilinmemesidir.

Kasame'nin rüknü: Sünnetle sabit olan özel yemindir.

Kasamenin hükmü: Yeminden sonra o beldede mal sahibi ve mukim olan kimselere diyetin vacip olmasıdır. O mahallede oturan kiracılara ve ticaret için gelmiş kimselere diyet ödemek vacip değildir.

1350- Maktül (öldürülen kimse) bir şahsın hanesinde bulunursa; yalnız o şahsa yemin ettirilir ve diyet; akılesinin üzerine vacip olur.(239) Bu İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha)'nin kavlidir. Eğer maktül (öldürülen) bir gemide bulunursa "kasame"; o geminin yolcuları ve mürettebatı üzerinedir.(240)

1351- Maktül mahalle mescidinde bulunursa; "kasame" ve "diyet" o mahalle halkının üzerinedir. Ancak Cum'a Camisi veya Bayram Namazları'nın eda edildiği musallada bulunursa "kasame" yapılmaz. Maktulün (öldürülenin) diyeti, "Beytü'lmal"den karşılanır.(241) Zira, Cum'a ve Bayram Namazları; bir şehirde, tek bir yerde eda edilir. Dolayısıyla caminin bulunduğu mahalle halkı, tek başına mes'ûl tutulmaz. Ana yolda bulunan "maktûl" için de, durum aynıdır. Zira Hz. Ömer (ra)'in hilafeti döneminde Arafat'ta vakfe anında bir şahıs ölü olarak bulunmuştur. Ûzerinde öldürülme alametleri açıkça görüldüğü için Hz. Ali (ra): "Ğ Ey İmam, bu kimsenin kanına heder olmuş nazarıyla bakamazsın. Failini (katilini) bulabiliyorsan ne âlâ!.. Bulamıyorsan diyetini "Beytül'mal"den tediye etmelisin" buyurmuştur. Tatbikat da bu şekilde olmuştur.(242) Çünkü, hiçbir mü'minin kanı heder edilemez.

1352- Şurası muhakkaktır ki; "kasame" suçu isbata yarıyan bir delil değildir. Ancak öldürülen kimsenin bulunduğu mahalde; mukim olan kimseler üzerinden "kısas" cezasını düşürmek için tanınmış bir yemin hakkıdır. Zira o mahalle halkı; maktulün (öldürülenin) velisi indinde, topluca "suçlu" durumundadırlar. Dolayısıyla "davalı" duruma geçmiş olurlar. Yeminle ve diyetin ödenmesiyle birlikte, hûsûmet ortadan kalkar. Ayrıca o mahallede mal sahibi olan kimseler; çevrelerinde cereyan edebilecek katliamlara karşı uyarılmış olur. Bu da, "can emniyeti" noktasından, oldukça önemli bir tebliğ ve ikazdır.


CENİNE KARŞI İŞLENEN CİNAYETLER (GURRE)

1353- Bir kimse; bir kadının karnına vurup, rahminde bulunan çocuğun ölü doğmasına veya düşmesine sebeb olursa "cinayet" işlemiş olur. Anne rahmindeki çocuğa "cenin" denir. Şurası muhakkaktır ki; "cenin" anneye tabidir, bu açıdan ayrı bir canlı olarak ele alınamaz. Ancak "miras" ve "vasiyyet" gibi hususlarda ayrı bir canlı olarak dikkate alınır. Şöyle ki; bir kimse, karısı hamile iken ölse, rahminde bulunan çocuk "asabesi" içerisine dahildir.(243) Dolayısıyla bu açıdan ayrı bir canlı hükmündedir.

1354- Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Cenin hakkında gurre; köle olsun, cariye olsun, onun kıymeti beşyüz dirhemdir"(244) buyurduğu bilinmektedir. Hanefi fûkahası: "Hamile kadının karnına vurmak veya başka yollarla "cenin" öldürülürse bakılır, eğer o erkek ise, erkeğin diyetinin yirmide biri (beşyüz dirhem), kız ise, kadının diyetinin onda biri (bu da beşyüz dirhem), katil üzerine veya akılesi üzerine vacip olur. Gurre; bir sene içerisinde ödenir. Resûl-i Ekrem (sav)'in gurreyi, akıle üzerine bir sene içerisinde ödenmek üzere vacip kıldığı, sahih senetlerle malum olmuştur. Eğer cenin ölü düşüp, annesi de ölürse; cenin için "gurre", anne için "diyet" vacip olur. Eğer cenin diri olarak doğar, fakat o darbeden dolayı ölürse "diyet" gerekir"(245) hükmünde ittifak etmiştir.

1355- Bir kadın; ilaç veya kendi karnına vurmak suretiyle, ölü bir çocuk düşürürse, o kadının akılesi üzerine gurre vacip olur.(246) Şöyle ki; kadının akılesi (asabesi, mirascıları) çocuğun sahibi durumunda olan babaya, beşyüz dirhem gümüşü, bir yıl içeresinde ödemek durumundadırlar. "Cenin"in korunması; neslin çoğalması noktasından da oldukça önemlidir. Molla Hüsrev: "Hamile bir kadın vefat eder, karnındaki çocuğu diri olursa; kadının karnı sol tarafından yarılıp, çocuk çıkarılır. Haniye'de de böyle zikredilmiştir.(247) buyurmaktadır.

1356- Kur'an-ı Kerim'de: "Evladlarınızı fakirlik korkusuyla öldürmeyiniz. Onları da, sizi de biz rızıklandırırız. Hakikat onları öldürmek büyük bir suçtur"(248) hükmü beyan buyurulmuştur. Başta kürtaj olmak üzere, "Cenin"e karşı işlenen her türlü cinayet; büyük bir günahtır. Bir kimse; kasden bir cenini öldürürse sadece "gurre" vermekle, günahtan kurtulmaz. Ayrıca böyle bir fiilden dolayı tevbe etmek zorundadır. Ancak "gurre" vermediği müddetçe, tövbe sahih olmaz. Hiçbir mü'min doktorun da; "kürtaj" yapması düşünülemez. Çünkü kürtaj yapmak, haram olan bir fiildir. Başta spiral olmak üzere, ilaç ve diğer tıbbi yollarla "doğum kontrolü" yapmak da, caiz değildir. Zira bu fiillerde "fıtrat"a müdahale sözkonusudur. Hiçbir gücün, Allahû Teâla (cc)'nın yaratmış olduğu fıtri durumu; bozma veya değiştirme veya iptal etmeye gayret etme hakkı yoktur.(249)

1357- Mü'min ve mütehassıs bir doktor; doğum yapması halinde annenin hayati tehlike geçireceğini "Zann-ı Galibi" ile beyan ederse; zaruret hali ortaya çıkar. Ancak ızdırar halinde; doğum kontrolüne cevaz verilebilir. Meşrû bir sebeb mevcut değilken; sadece rızk endişesiyle "Doğum kontrolü" yapmak, başlı-başına bir faciadır. Zira rızk endişesinde itikadi bir zaaf vardır.


TIBBİ MÛDAHALEDEN DOĞAN ZARARLAR VEYA ÖLÛM

1358- İslâm ûleması; typ ilminin tahsil edilmesinin "Farz-ı Kifaye" olduğu hususunda ittifak etmiştir. İmam-ı Muhammed (rha) "Tedavinin caiz olduğunu söylerken Resûlullah (sav)'den rivayet edilen şu Hadis-i Şerife dayanıyoruz: "Tedavi olunuz ey Allah'ın kulları!.. Muhakkak ki Allah, hiçbir hastalık yaratmamıştır ki, onun için deva yaratmamış olsun. Ancak ölüm ve yaşlılık bundan müstesnadır." Tedavinin yasak olduğunu söyleyenlerin rivayet ettikleri mensuhtur. Çünkü, Peygamber (sav) Hendek günü, ucu uzunca bir okla elinin damarı kopan Saad b. Muaz'ı dağlayarak tedavi etmiştir. Esad b. Zürare (ra)'yi de, yine dağlayarak tedavi ettiği mervidir"(250) hükmünü beyan etmektedir. İmam-ı Şafii (rha): "İlim iki türlüdür. Biri fıkıh ilmidir ki; bu dini bir ilimdir. Diğeri tıb ilmidir ki; o da bedene ait bir ilimdir. Bunlardan başkası meclislerin süsüdür"(251) buyurmaktadır. Ancak şurası da unutulmamalıdır ki; tıbbi müdahaleler her zaman şifa ile sonuçlanmaz. Zira şifayı veren, sadece ve sadece Allahû Teâla (cc)'dır. Şimdi "Tıbbi müdahaleden doğan zararlardan veya ölüm halinden doktor mes'ûl müdür?" sualine cevap arayalım.

1359- Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kim daha önce bilmediği bir yolla tedaviye kalkarsa, meydana gelecek zararı tazmine mes'uldür"(252) buyurduğu bilinmektedir. Ancak bu Hadis-i Şerif'te; tabib zikredilmemiştir. Dolayısıyla herhangi bir kimse; bilmediği halde, tedavi etmeye kalkar ve sonuçta zarar ortaya çıkarsa, tazmin eder. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha)'ye göre; tıb ilmi "Farz-ı Kifaye"dir ve zaruridir. Mütehassıs bir tabibin, elinde olmayan sebeblerden dolayı meydana gelecek zararlardan mes'ûl tutulması halinde, hiç kimse tedavi etmeye cesaret edemez. Ayrıca hastanın veya velisinin izni sözkonusu olduğu zaman, doğacak zararlardan mes'uliyet düşünülemez.(253) İmam-ı Malik (rha) "Herhangi bir tabib; "Ulû'lemr'in" ve hastanın izniyle, tıb ilmine uygun bir şekilde (fahiş hata yapmadan) tedavi ettiği zaman, meydana gelecek zararlardan mes'ûl olmaz." İmam-ı Şafii ve İmam-ı Ahmed b. Hanbel (rha) "Hastanın veya velisinin izni durumunda, tıb ilmine uygun şekilde tedavi eden tabibin, mes'ûliyeti sözkonusu olmaz." Sonuç olarak tıbbi müdaheleden doğan zarar veya ölümlerden mes'ûl olmamak için:

1. Tedavi yapan kimse tabib (doktor) olmalıdır.
2. Müdahaleyi iyi niyetle ve tedavi kasdıyla yapmalıdır.
3. Tedaviyi, tıbbi usullere riayet ederek ve fahiş hatalardan sakınarak yerine getirmelidir.
4. Hastanın ya bizzat kendisi veya velisi tedaviye izin vermelidir.(254)

1360- İslâm ûleması: "Doktor, bir kasdı yoksa sorumlu olmaz. Sünnetçi yanlışlıkla zekeri veya haşefeyi, yahud da bunların bir kısmını keserse diyet gerekir ve bunu akılesi verir"(255) hükmünde ittifak etmiştir.


HAYVANLARIN İŞLEDİĞİ CİNAYETLER

1361- Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Hayvanın yaralaması hederdir"(256) buyurduğu bilinmektedir. Bu sebeble; hayvanın firar ederek kendiliğinden işlediği cinayet ve zarardan sahibi mes'ul değildir. Hanefi fûkahası "Hayvanın suç işlemesi" ile "Hayvanın üzerinde suç işleme (Sürücü'nün Cinayeti)" hadiselerini ayrı ayrı olarak ele almıştır. Bir kimse, köpeğini kışkırtır ve ısırması için salıverirse, cinayeti bizzat tasarladığı için, meydana gelecek zarardan mes'ûl olur. Ancak köpek firar eder, başıboş dolaşırken kendiliğinden bir kimseyi ısırırsa, meydana gelen zarardan sahibi mes'ûl olmaz. Fûkaha; kasden salıverme ve tedbirsiz davranma hallerinin dışında, hayvanın işlediği cinayetten sahibinin mes'ûl olmayacağında ittifak etmiştir.(257)

1362- Hayvanın üzerindeki kimse (sahibi veya sürücüsü); hayvanın çiğneyerek ezdiği, ön ayaklarıyla vurduğu ve ısırdığı zaman, meydana gelerecek zararı tazmin etmekle mükelleftir. Hayvanın işemesinden veya yola terslemesinden meydana gelecek zararları tazmin etmez.(258) Ancak arka ayaklarıyla teptiği veya kuyruğunu vurmak suretiyle meydana getirdiği zararlar hususunda ihtilaf vardır. Trafik kazalarında arabanın sürücüsü (şöför) mes'üldür. meydana gelen zararı tazmin etmekle mükelleftir. Kadı ve ehl-i hibre, suç durumunu dikkate alarak tazminat miktarını tesbit etmekle yükümlüdürler.

1363- Hayvanın üzerindeki kimse (sahibi veya sürücüsü); herhangi bir şahsı öldürürse, keffaret vacip olur. Zira mübaşirdir, yani cinayetin işlenmesine bizzat vesile olmuştur. Hataen öldürülen (maktül) binicinin murisi ise; ona varis olamaz. Çünkü katili mirastan mahrum olur.(259) Hayvanı önünden sürüp giden kimse ile çekip götüren kimse, bunun aksinedir. Onlara keffaret vacib olmaz ve ölümüne sebeb oldukları kimseye varis olabilirler. Çünkü tesebbüben (bir sebeble) öldürme sözkonusu olur. Ancak akılesinin diyet vermesi gerekir. Çünkü bizzat mübaşir (cinayeti işleyen) değilse de, cinayete sebeb olma söz konusudur.

1364- Bir kimse; bir hayvana ağaç veya başka bir vasıta ile (iğne, mıh vs.) dürttüğü için, hayvanın tekmesine hedef olur ve ölürse kanı hederdir.


İHMAL SONUCU ORTAYA ÇIKAN CİNAYETLER

1365 Kat'i nasslarla yapılması emredilen bir fiili yapmamak; insanlara zarar veriyorsa, edâ etmeyen mükellef cezalandırılır. Mesela: "Kur'an-ı Kerim'de: "Ey iman edenler!.. Tayin edilmiş bir vakte kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızda bir yazıcı da doğrulukla (onu) yazsın. Katib, Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın. Ûzerinde hak olan (borçlu) da, yazdırsın. Rabbi olan Allah'tan korksun, ondan (borcundan) hiçbir şeyi eksik bırakmasın. Eğer üstünde hak bulunan (borçlu) bir beyinsiz veya bir zaif olur, yahud da bizzat yazdırmaya gücü yetmezse, velisi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahid yapın. Eğer iki erkek bulunmazsa, o halde razı olacağınız şahidlerle bir erkekle, iki kadın (yeter, bu suretle) kadınlardan biri unutursa, öbürünün hatırlatması (kolay olur.) Şahidler (şehadeti edaya) çağırıldıkları vakit kaçınmasın"(260) hükmü beyan buyurulmutur. Eğer böyle bir durumda, şahidler görevlerini ifa etmezlerse, zarar ortaya çıkar. Bu bir ihmal neticesinde de olabilir. Bu gibi durumlarda Kadı şahidleri (vazifelerine) edâ etmedikleri için) ta'zir cezasına çarptırabilir.

1366 Allahû Teâla (cc)'nın, zalimleri sevmediği ve zulmü haram kıldığı kat'i nasslarla sabittir Farzların ihmali bir zulümdür. Hanefi fûkahası; mübah olan fiillerin yapılabilmesi için, o fiilin hiç kimseye ezâ vermemesini ve zulme sebeb olmamasını esas almıştır. Eğer mübah olan bir fiil; başka bir mü'mine eza veriyorsa mübahlık zail olur.(261) Ana yola meyleden, yıkılacak haldeki duvarını düzeltmesi kendisinden istenen mükellef; imkânı varken düzeltmez, bu duvar bir başkasının üzerine yıkılarak, ölümüne sebeb olursa, "Diyet'i" ödemek zorundadır.(262) Bu kasdi bir öldürme değildir, ancak "ihmal" sonucu ortaya çıkan bir cinayettir. Tedbir almadığı için, günahkâr olur. Bir kimse, kendi mülkünde bir kuyu kazar ve bir insan bu kuyuya düşerek ölürse "diyet" ödemez. Çünkü kendi mülkünde tasarruf hakkı vardır. Ancak kendi mülkü olmayan bir yerde kuyu kazar; o kuyuya bir kimse düşerek ölürse, "diyet"i ödemek durumundadır.(263) İslâm ûleması, ihmal sonucu ortaya çıkan cinayetler hususunda hassasiyetle durmuştur.


İNSAN UZUVLARINA KARŞI İŞLENEN CİNAYETLER

1367- Darû'l İslâm'da; can emniyeti esas olduğu gibi, insanın uzuvlarının muhafaza edilmesi de esastır. Uzva karşı işlenen hiçbir cinayet, cezasız bırakılmaz. İnsanın uzvuna karşı işlenen cinayetler: 1. Bir uzvun kesilmesi ve vücuddan ayrılması. 2. Uzvun ta'tili (iş göremez hale getirilmesi). 3. Baş yaraları ve diğer yaralama şekilleridir.(264) Şimdi bunların mahiyetlerini izaha gayret edelim.

1368- BİR UZVUN KESİLMESİ VEYA VÛCUTTAN AYRILMASI: Ayak, burun, parmak, dil, kulak, dudak, tırnak, penis, ferç kesmek, göz çıkarmak, kaş ve kirpik koparmak, dişleri kırmak, saç, sakal, kaş ve bıyık yolmak.

1369- UZUV TA'TİLİ (İŞ GÖREMEZ HALE GETİRİLMESİ): İşitme, görme, koklama, tatma, konuşma, cinsi münasebette bulunma, doğurma imkânının ortadan kaldırılması, tutma ve yürüme kudretinin yok edilmesi, aklın giderilmesi.

1370- BAŞ YARALARI: Kan çıkmaksızın yalnız derinin yırtıldığı yara (harisa), kan çıkan, fakat akmayan deri yırtılması (daima), kan akan yırtılma (damiye), etin de kesildiği yara (badia), başın etini kesip, koparan yara (mütelahime), et ile baş kemiği arasındaki zarın göründüğü yara (simhak), kemiğin meydana çıktığı yara (muvazzaha), kemiğin kırıldığı yara (haşime), kemiğin kırıldıktan sonra yerinden oynadığı yara (münekkile), beyin zarına ulaşan yara (amme) ve beyin zarının yırtıldığı yara (damağa)!.. Beyin zarının yırtılması durumunda insan yaşamadığı için, onu yara saymayanlar da mevcuddur. Dolayısıyla "on çeşit" baş yarası vardır.(265)

1371- DİĞER YARALAR: Karın boşluğuna nüfuz eden yaralara Caife denir. Bunlar; göğüs, sırt, karın, kasık ve dübür bölgesinde olur. Bunların dışındaki yaralara "Gay-i Caife" denir. Bütün bu yaralamalarda hüküm farklıdır.

1372- Kur'an-ı Kerim'de: "Biz onda, onların üzerine (şunu da) yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılıktır. Hulasa bütün) yaralar birbirine kısastır"(266) hükmü beyan buyurulmuştur. Hanefi fûkahası, bu Ayet-i Kerime'yi esas alarak; kasdi yaralamalarda esas olan kısastır. Kısas'ın tatbik edilebilmesi için, organlar arasında denklik ve benzerlik şarttır. Bu mümkün olursa, kısas tatbik edilir. Mümkün olmadığı zaman, "diyet" gündeme girer."(267) hükmünde ittifak etmiştir. Yaralamada kasıd benzeri sözkonusu değildir. Kasıd ve kasıd benzerinin hükmü aynıdır.(268) Çocuğun ve mecnunun, insan uzvuna karşı işlediği cinayetler "hata" hükmündedir. Bunlar için kasıd düşünülemez.

1373- Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Yaralarda bir yıl beklenir"(269) buyurduğu bilinmektedir. Zira uzva karşı işlenen cinayetlerde; muteber olan ilk hali değil, sonucudur. Malum olduğu üzere yaralanma sonucu insan hem ölebilir, hem de sıhhat bulabilir. Sıhhat bulursa; ilk haline dönüp-dönmediği dikkate alınmak durumundadır. Zira ilk haline dönmemesi halinde "diyet"; sıhhat bulması durumunda "Hükümet-i Adl" gerekli olur.

1374- Kasden olmayan uzuv kat'ı, ta'tili ve yaralamalarda mümaselet mümkün olanlarda "Erş", mümaselet mümkün olmayanlarda "Hükümet-i Adl" gerekir. Beş yüz dirhem ve daha yukarısında "akıle" öder. Vücutta ikincisi bulunmayan bir uzuv veya bir kuvvetten dolayı tam diyet gerekir. Mesela: Burun, dil veya penisin kesilmesi, akıl, işitme, görme, tutma ve koklama kuvvetlerinden her birinin izalesinde "Erş"in miktarı tam diyettir. Vücutta çift olan uzuvlarda da tam diyet gerekir. Gözlerde, ellerde, dudaklarda, kadının memelerinde, kulaklarda, göz kapaklarında, kaşlarda, ayaklarda, kadının fercinde, erş tam diyettir. Bunlardan birinin koparılması veya ta'til edilmesinde (mesela; iki gözden biri, iki elden biri) diyetin yarısı vacib olur. Vücutta dört adet bulunanlardan her birine diyetin dörtte biri ödenir. Göz kirpikleri, göz kapağının uçları vs... Vücutta on adet bulunan parmakların her birinde erş, diyetin onda biridir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kemikte kısas yoktur"(270) Hadis-i Şerif'ini esas alan Hanefi fûkahası, Hz. Ömer ve Hz. Abdullah b. Mesûd'dan gelen, "Bundan diş müstesnadır" hükmünü benimsemiştir. Dişin haricindeki bütün kemiklerde "Hükümet-i Adl" gereklidir.(271) Adil ve mütehassıs ilim sahipleri yaranın durumuna göre, bir miktar tayin ederler. İşte bu miktara "Hükümet-i Adl" adı verilir.

GENEL BİR DEĞERLENDİRME

1375- Farzların terkedilmesi veya haramların işlenmesi sonucu ortaya çıkan bütün hadiseler ve hadiselere sebeb olan kimselere uygulanan cezalar; insanların can, mal, nesil, akıl ve din emniyetini sağlamak içindir. Had'lerin ikame edilmediği ve hükümlerinin uygulanmadığı toplumlarda; insanlar zaruri olan maslahatlarını kaybederler. İmameyn'in kavline göre; "Hududların tatbik edilmediği ve hükümlerin uygulanmadığı" siyasi coğrafyalara, "Darû'l Harp" denir.(272) Bir İslâm beldesi küffarın veya mürtedlerin istilasına uğrar uğramaz Darû'l Harp olmaz. Ancak o beldedeki, mü'minler kendi içlerinden harp emiri ve kadı seçmez (kendi aralarında) İslâmi hükümlere tabi olmazlarsa "Darû'l Harbe" geçiş tahakkuk eder.(273) İmam-ı Malik ve İmam-ı Ahmed (rha)'den gelen zahir rivayete göre, bir beldede hadler tatbik edilmez veya tatbik edebilme gücü kalmazsa, o belde "Darû'l Harp"tir.(274) İmam-ı Şafii (rha) indinde, bir belde Darû'l İslâm vasfını kazandıktan sonra, istilaya uğrasa dahi; orada yaşayan son müslüman ölünceye kadar "Darû'l Harp" olmaz. Çünkü müstevlilerle, mü'minler asla sulh imzalayamazlar. Dolayısıyla "cihad" devam ediyor demektir. Son müslüman şehid oluncaya kadar "Darû'l İslâm" vasfı devam eder.

  ANASAYFA
b a
MEVZULAR
 • Takdim ve Önsöz
 • Genel Bilgiler
 • Tevhid ve Sıfat İlmi
 • Temizlik Bahsi
 • Namaz Bahsi
 • Cihad Bahsi
 • Oruç Bahsi
 • Zekât Bahsi
 • Hac ve Kurban Bahsi
 • Nikah Bahsi
 • Had ve Hudud Bahsi
 • Rızık-Kazanç Bahsi
 • Adâbı Muaşeret Bahsi
 • Adâlet Bahsi
 • Miras Hukuku Bahsi
 • Çeşitli Meseleler
 • Mevzuların Tam Listesi
 
 • ANASAYFA
MURABIT