EMANET ve EHLİYET - İSLÂM İLMİHÂLİ

KARZ-I HASEN'İN TARİFİ VE MÂHİYETİ - VEDİÂ VE EMÂNET'İN - LUKÂTA - REHİN

KARZ-I HASEN'İN TARİFİ VE MÂHİYETİ

2031- Önce kelime üzerinde duralım. Kârz: lûgatta, geri almak üzere verilen demektir.(134) "Kesmek" manasına da gelir. Borç veren kimse; kendi malından bir kısmını kesip ayırarak, başkasına verdiği için "Karz" denilmiştir. İslâmi ıstılâhta: "Misli olan maldan; benzerini geri almak üzere başkasına vermeye karz denilir"(135) tarifi esas alınmıştır. Hanefi fûkahası; çarşı ve pazarda benzeri sürekli olarak bulunan malları, "Misli" kabul etmiştir. Borç veren kimseye "Mukriz", borç alana "Müstakriz" ve borç alma işine de "İstikrâz" denilir.(136) Sadece Allahû Teâla (cc)'nın rızâsını gözeterek; hiçbir karşılık beklemeden ve menfaat ummadan, verilen borca "Karz-ı Hasen" denilmiştir.

2032- Kur'ân-ı Kerîm'de: "Hakikat sadaka veren erkeklerle, sadaka veren kadınlar ve Allah'a "Karz-ı Hasen"le borç verenler (yok mu?) Onların mükâfatı kat kat artırılır. Onlar için çok şerefli (başka) bir mükâfat da vardır"(137) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirler: Bu Âyet-i Kerîme'deki "Sadaka"dan kasdın; farz olan zekât olduğunu beyan etmişlerdir. "Karz-ı Hasen" hususunda ise; "Allahû Teâla (cc)'nın herşeyden müstağni olduğunu, dolayısıyla sırf kendi rızâsını gözeterek borç verenlerin; kendisine borç vermiş hükmünde olacağının müjdelendiğini" zikretmişlerdir. Ayrıca "Zekât'ın" dışında; sırf Allahû Teâla (cc)'nın rızâsı için, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını, herhangi bir süre beyan etmeden, borçla giderenlerin uhrevi mükâfatlarının fazla olacağı kaydedilmiştir.(138) Bir başka Âyet-i Kerîme'de: "Kimdir o adam ki; Allah'a güzel bir borç versin de, (Allah da) ona kat kat fazlasıyla (verdiğini) ödesin!.. Allah (kimini) daraltır, (Kimini) genişletir. Siz (Hepiniz) ancak O'na döndürüleceksiniz"(139) hükmü beyan buyurulmuştur. Abdullah İbn-i Mesûd (ra)'un rivâyet ettiğine göre; bu âyeti duyan Ebû'd-Dahhân El Ensari (ra) Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben: "- Yâ Resûlallah!.. Allah bizden borç mu istiyor?" diye sorar. Allah (cc)'ın Resûlü "- Evet ey Ebû'd Dahhâh" deyince, o zaman Resûl-i Ekrem (sav)'e hitâben: "- Elini ver yâ Resûlallah!.. Hurmalığımı Rabbime (Yolunda harcanmak üzere) borç veriyorum" diyerek, hepsini infâk eder. Resûl-i Ekrem (sav) Cennet'te Ebû'd-Dahhâh (ra)'a, içinde altıyüz hurma bulunan bir bahçenin verileceğini, karısının ve çocuklarının da orada kendisiyle berâber bulunacağını müjdeler.(140)

2033- Karz'ın rüknü; tarafların rızâsını beyan eden icab, kabûl ve malın teslimidir. İmam-ı Muhammed (rha) mal teslim olunmasa dahi; icab ve kabul'le "Karz Akdi'nin" tamamlanacağını esas almıştır. Tarafların akıllı ve mümeyyiz olmaları, akdin sıhhati için şarttır. Bulûğ şartı aranmamıştır. Ancak çocuğun velisinin izni gerekir. Bu da sıhhatinin değil, nafiz olmasının gereğidir. İkinci şart: Çarşı ve pazarda misli olan malın bulunmasıdır. "Karz" genellikle; piyasada geçerli olan para vasıtasıyla gerçekleşen bir akiddir. Çünkü borç talebinde bulunan kimse; para ile ihtiyacını karşılayabilir. Üçüncüsü: Bir şahsın diğerine, herhangi bir menfaat şart koşmadan "Karz"da bulunmasıdır. Esasen borç verene; menfaat temin eden (Dünyevi açıdan) her türlü karz yasaklanmıştır.(141) Hatta borç veren kimse; borç talebinde bulunana: "- Borcunu öderken, bana bir de yemek yedirirsin" dese, bu şart sebebiyle "Karz" câiz olmaz. Çünkü yemek; herhangi bir karşılığı olmayan fazlalıktır. Hatta alacaklının (Mukriz'in); başka bir şehirde tahsil edilmesi şartıyla, borç vermesi dahi câiz değildir. Zira yoldaki emniyetini; borçluya yüklemiş olur. Bu da karşılıksız bir menfaat hükmündedir. Günümüzde; belirli bir mal özelliği taşımayan ve itimad senedi durumunda olan kağıt paraların (Nakid); sürekli değer kaybetmesi dikkate alınarak, "- Efendim!.. Borç veren kimse (Mukriz) sürekli zarardadır. İhtiyaç sahibi olduğu gerekçesiyle; borçluya belli bir süre de koymuyoruz. Bu defa iş; onun insafına kalıyor şeklinde sızlanmalar mevcuddur. Tabii bu; borç alıp-verme hâdisesini, asgariye düşürmektedir. Bilhassa hızla para basma olayının arttığı (Emisyon) ve enflasyonun yükseldiği dönemlerde; kağıt para karşılığı borç veren kimselerin (Mukriz'in) zarara uğradığı bir gerçektir. Ancak "Karz" tarifinden de anlaşılacağı üzere: "Misli olan maldan; benzerini geri almak üzere başkasına verilendir, "mutlaka kağıt para değildir!.. Dolayısıylae "Karz-ı Hasen"; bu bahanelerle, terkedilmemelidir. Kaldı ki müddet; ihtiyaç sahibi kimsenin (Borçlu'nun) zor duruma düşürülmemesi için, "İslâmi kardeşlik noktasından" zikredilmez. Fakat mukriz (Borç veren kimse) kendi ihtiyacını beyan ederek; her an geri isteyebilir. Bu onun şer'i hakkıdır.(142) Hatta belli bir müddet zikredilmiş olsa dâhi; o müddete, sırf "Ahde riâyet" noktasından uymak durumundadır. Diğer borçlardan; bazıları hakkında, te'cil caizdir. Ancak "Karz" hakkında tecil muteber değildir.(143) Borç veren kimse (Mûkriz); istediği zaman geri alabilir. Borç talebinde bulunan kimse (Müstakriz) bunu bilmelidir. Zira "Borç talebi" içinde bulunduğu bir haldir!.. Mükellefe; içinde bulunduğu hal ile ilgili ilimler ise "Farz-ı Ayn"dır.

VEDİÂ VE EMÂNET'İN MÂHİYETİ

2034- Önce "Vediâ" ve "Emânet" kelimelerinin lugat manaları üzerinde duralım. Vediâ; mutlak manada "bırakmak ve terketmek" demektir.(144) Emânet ise; masdar olarak "Eminlik, başkasının hak ve hukukuna riâyet" manasına kullanılır. İslâmi ıstılâhta: "Muhafaza edilmesi için; emin olarak bilinen bir kimseye teslim edilen mala vediâ denilir"(145) târifi esas alınmıştır. Genellikle vediâ ile emânet aynı manada kullanılır. Fakat aralarında ince bir fark vardır. Meselâ; rüzgâr sonucu bir kimsenin evinin bahçesine, komşusunun bir eşyası düşse; aralarında akid olmadığı için, ev sahibinin nezdinde o eşya "Vediâ" hükmünde değildir, fakat emânettir. Zira mü'minler; her hakkı, hak sâhibine teslim etme hususunda emindirler. Türkçe'de "Vediâ" kullanılmamış; genellikle "Emânet" kelimesi yaygınlık kazanmıştır. "Galat-ı Meşhur, lügati fâsihten evlâdır" kaidesine uyarak, emânet kelimesini kullanalım. Esâsen emânet; Allahû Teâla (cc)'nın gerek kendi hukuku, gerekse bütün yarattıklarının hukuku ile ilgili tekliflerinin tamamına verilen bir isimdir. "Mü'minler emindir" derken; İslâm'ın bütün emir ve nehiylerine, hiçbir mâzeret ileri sürmeden tâbi oldukları kasdedilir.

2035- Emânet'in rüknü; serâhaten yâhud delâleten icab ve kabûlün gerçekleşmesidir. Emâneti koyan kimse: "- Sana emânet ediyorum, veyâ emânet koydum" diyerek icâb'ta bulunur. Kendisine güvenilen kimse ise: "- Kabûl ettim, aldım veya bunların benzeri bir hükümle" kabul ederse emânet gerçekleşir. Örfen kabul de geçerlidir. Eşyayı koyduğu zaman susmak ve itiraz etmemek gibi!.. Şayet bu işe râzı değilse: "- Ben emânet kabul etmiyorum" diyerek, durumu açıklığa kavuşturabilir. Serâhaten ve delâleten hükmü, icab sâhibi için de geçerlidir.(146) Emânet'in hükmü: Kendisine emânet konulan kimse üzerinde; emanet edilen şeyin korunmasının vâcib olmasıdır.(147) Zira icâb ve kabûl sonucu; taraflar arasında "Emânet Akdi" gerçekleşmiştir.

2036- Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kendisine emânet konulup; ihânet etmeyen kimse, (Emânetin) zararını tazmin etmez"(148) buyurduğu bilinmektedir. Ancak ihânet ederse veya ihmal sonucu; emânet zâyi olursa, ödemek durumundadır. İbn-i Münzir "Emânetçi, vediâyı (Emâneti) muhafaza altına alsa, sonra da onun kaybolduğunu söylese, sözü yemin etmesi şartıyla kabul edilir"(149) hükmünde, icmâ bulunduğunu kaydeder. Hanefi fûkahası: "Herhangi bir kasdı veya kusuru olmadan; emânet eşya kaybolur, çalınır veya telef olursa, emânetçi bunu tazmin etmez. Eğer bu gibi hallerde ödemesi emredilirse; hiç kimse "Emâneti" (Vediâ'yı) kabul etmez. Halbuki buna ihtiyaç vardır."(150) hükmünde müttefiktir. İmam-ı Malik (rha) "Emâneti kabul eden kimse; töhmet ve zann altında kalmaktan kurtulmalıdır. Bu da ancak ödemekle mümkün olur"(151) hükmünü zikreder.

2037- Emânet (Vediâ) belli bir ücret karşılığı teslim edilmişse; sakınılması mümkün olan bir sebeble, telef veya zâyi olursa tazminat gerekir.(152) Ayrıca kendisine emânet bırakılan kimse; bu emâneti, kendisi ve ailesi vasıtasıyla muhafaza etmek durumundadır. Başka birisine (Ailesinin dışında) teslim eder ve emânet telef ve zâyi olursa, tazmin etmek durumundadır.(153) Mecelle'de: "Müstevdâ (Kendisine emânet bırakılan kimse) kendi malını nerede hıfz ederse (Muhafaza ediyorsa) vediâ'yı dahi orada hıfz edebilir"(154) hükmü kayıtlıdır. Esâsen tıpkı kendi malı gibi muhafaza ederken kaybolursa; zararı ödemesi gerekmez. Nitekim İbn-i Münzir: "Emânetçi, vediâyı (Emâneti) sandığında, dükkanında veya evinde kendisi korur iken telef olursa, ödemekle sorumlu olmaz"(155) hükmünde icmâ bulunduğunu kaydeder. Esasen akid sebebiyle; bizzat kendisinin koruması vâciptir. Aile çevresinin ihânetinden korkarsa; onlardan dâhi, saklamak zorundadır.

HERHANGİ BİRŞEY BULUNDUĞU ZAMAN NE YAPILMALIDIR? (LUKÂTA)

2038- Önce "Lukâta" kelimesi üzerinde duralım. Lugatta; yerden alınıp kaldırılan mala verilen isimdir. Kaybedilmiş, düşürülmüş bir mala da; genellikle yerden kaldırıldığı için bu isim verilmiştir. Sokağa bırakılmış çocuğa "Lâkit" denilir. İnâye'de: "Lâkit ile lukâta; lâfız ve mana itibariyle birbirine yakındır. Lâkit; fakirlikten veya zinâ töhmetinden korkularak hamam kapısına veya yol üzerine bırakılan çocuktur. Lukâta ise; sâhibi bilinmeyen ve yerde bulunan maldır" denilmektedir. İslâmi ıstılahta da: "Herhangi bir yerde bulunan ve sahibi bilinmeyen mala lukâta denilir" tarifi esas alınmıştır. Kelime manasıyla, ıstılâhi manası arasında fark yoktur.(156) Yerde bulunan birşeyin; alınıp-alınmaması hususunda ûlema ihtilâf etmiştir. Bir kimse lukâtayı yerden aldığı takdirde; sahibine vermeyeceğini (Nefsine mağlup olacağını) bilirse, yerde bırakması farz olur. Eğer sahibine vereceği hususunda kendine güveni varsa ve almadığı takdirde kaybolacağını (Zannı gâliple) bilirse, kaldırması vâcip olur. Fakat böyle bir tehlike sözkonusu değilse alıp-almama hususunda muhayyerdir. Bu durumda da lukâtayı almak mübahtır.(157) Feteva-ı Hindiyye'de "Farklı görüşler" zikredildikten sonra: "Âlimlerimizin tercih ettiği kavil; lukâtayı yerinden alıp kaldırmanın daha efdal olduğudur. Muhıyt'de de böyledir"(158) hükmü kayıtlıdır.

2039- Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Lukâtanın (Bulduğun malın) özelliklerini iyi tanı, sonra onu bir sene târif ve ilân et" buyurduğu bilinmektedir. Hanefi fûkahası: "Herhangi birşey bulan kimse; onu sahibine vermek için aldığına dâir şâhid tutar. Bulduğu yerde ve insanların cemaat halinde olduğu mahalde: "Ben bir lukâta buldum. Sahibini bilmiyorum. Kaybeden gelsin ve malını târif etsin, kendisine vereyim" diye ilân eder. Lukâta kendi yanında "Emânet" hükmündedir. Bulduğu malın değeri bin dirhemden (veya yüz dinar'dan) fazla ise, sünnet gereğince bir yıl ilân eder"(159) hükmünde ittifak etmiştir. Mecelle'de: "Bir kimse yolda yahud diğer mahalde bir şey bulup da, kendisine mal olmak üzere ahz etse gasıb hükmünde olur"(160) buyurulmuştur. İbn-i Abidin (lukâtaya) "Şahid tutulan kimselerin âdil olması şarttır. Şâhid tutmada; lukâtayı yerden alıp kaldıran kimsenin "Benim yanımda bir buluntu vardır. Bunu arayan bir kimseyi işitir ve görürseniz haber veriniz, bana müracaat etsin" demesi kâfidir. Lukâtanın bir ve birden fazla olması arasında fark yoktur. Çünkü lukata cins isimdir. Bilhassa bu zamanda lukatanın altın veya gümüş olduğunu belirtmek vâcip değildir. Lukâtayı ilân edene "Münşid", lukâtayı arayan kimseye "Naşid" adı verilir. Lukâta bulan kimse; sokaklar, çarşılar, mescid kapıları ve kahvehaneler gibi insanların toplandığı yerlerde "Ben bir lukâta buldum, arayan kimseye tesâdüf ederseniz, bana yollayın" diye ilân eder. Çünkü bu gibi yerlerde yapılan ilânlar çabuk duyulur. Bununla beraber lukâtanın bulunduğu yerde ilân edilmesi daha evlâdır. Çünkü sahibi orada arar"(161) hükmünü zikreder. Şimdi bu ilân ne kadar devam eder? sualine cevap arayalım. Essah olan kavle göre; "- Artık sahibinin aramaktan vazgeçtiğine kalben kanaat getirilinceye kadar" sürer. Bu İmam-ı Serahsi'den nakledilen kavildir. Hidaye ve Muzmerat'ta bu esas alınmış; Cevhere'de ise "Fetvâ bu kavil üzeredir" diye zikredilmiştir. Bu kavil zahir-i rivâyete muhâliftir. Zahir rivâyete göre; târif ve ilân müddeti -Lukâta az olsun, çok olsun- bir senedir. Buna göre bazıları "Her Cum'a", bazıları "Her ay", bazıları ise "Her altı ayda bir târif ve ilân olunur" demişlerdir.

2040- Eğer lukâta; beklemeye tahammülü olmayan veya bekletildiği takdirde özelliğini kaybedecek bir mal olursa; Kadı'nın (Hâkim'in) huzurunda satışı yapılır ve parası muhafaza altına alınır.(162) Malın sahibinin bulunması halinde; malın değeri (Parası) kendisine teslim edilir. Eğer bu satışa râzı olmazsa; ikâle (Satışı bozma) hakkı vardır.

2041- Lukâtayı bulan ve sahibine vermek niyyetiyle, şâhid tutarak alan kimse; bütün arama ve gayretlerine rağmen sahibini bulamazsa ne yapacaktır? Hanefi fûkahası: "Eğer lukâtayı bulan kimse; çok fakir ve muhtaç bir kimse ise, ilân müddetinin tamamlanmasından sonra kendi nefsine harcayabilir. Zengin ise; sahibinin adına fakirlere tasadduk etmesi gerekir. Bunun dışında; "Beytü'lmal'e" konulmak üzere, Ulû'lemr'e veya Kadı'ya (Hâkim'e) teslim edebilir"(163) hükmünde müttefiktir. Lukâtayı bulduktan sonra; şâhid tutan ve ilân eden kimse, herhangi bir kusuru olmadan bunu kaybederse, tazmin etmek mecburiyetinde değildir. Çünkü o lukâta; yanında emânet hükmündedir.(164) Kasdı ve kusuru olmadığı süre içerisinde; emânet'in, zâyi olmasından mes'ûl olmaz. Ancak şâhid tutmaz ve ilân etmezse; kaybolması durumunda ödemek mecburiyetindedir.

REHİN'İN TARİFİ, MÂHİYETİ VE HÜKMÜ

2042- Rehin'in "Emânet'le" ilgisi açıktır. Zira rehin bırakılan mal, (kendisine rehin bırakılan kimsenin elinde) "Emânet" hükmündedir. Rehin; lûgatta mutlak sûrette alıkoymak demektir.(165) İslâmi ıstılâhta: "Maldan alınması mümkün olan bir hak sebebiyle; alış-verişe konu olan (mütekavvim) bir malı, hak yerine getirilinceye kadar alıkoymaya (Habsetmeye) rehin denilir"(166) târifi esas alınmıştır.

2043- Kur'ân-ı Kerîm'de: "Eğer bir sefer üzerinde iseniz, Borcu yazacak bir kâtip de bulamadınızsa, o zaman (borçludan) alınmış rehinler (de yeter). Eğer birbirinizden emin olmuşsanız, kendisine inanılan adam (borçlu) Rabbi olan Allah'dan korksun da, emânetini tastamam ödesin. Şâhidliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse, hakikat şudur ki, onun kalbi bir günâhkardır. Allah ne yaparsanız hakkı ile bilendir"(167) hükmü beyan buyurulmuştur. Rehin yalnız seferde değil, mûkim iken dâhi verilebilir. Fakat seyahat halinde iken yazma işi güç olduğundan, borcun teminatı olarak rehin vermek daha lüzûmlu hale gelir. Âyet-i Kerîme'de sefer halinin zikredilmesinin sebebi de budur. Mûkim halde iken; rehin verilemez manasına değildir. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav) Medine'de mûkim iken; kendi zırhını ailesinin geçimi için, otuz vasak arpaya karşılık zimmiye (Yahudi'ye) rehin olarak vermiştir.(168) Dolayısıyla Rehin; kitap, sünnet ve icmâ ile sâbit olan bir akiddir. Senet garantisi yerine geçmek üzere borçlu; alacaklı olan kimseye rehin bırakabilir.(169) Rehin; borcun vesikası hükmündedir.

2044- Rehin'in Rüknü; tarafların rızâsını ortaya koyan icab, kabûl ve malın (Rehin bırakılan) teslimidir. Rehin veren kimseye "Râhin", rehin alan kimseye "Mürtehin", ve rehin olarak alıkonan şeye de "Mürtehen" adı verilir.(170) Rehin veren kimsenin sarih izni olmadığı müddetçe; rehin alan kimse, o maldan kat'iyyen faydalanamaz.(171) Çünkü o sadece vesikâ (Senet) hükmündedir. Başka bir kimseye devredilmesi de mümkün değildir. Ancak rehinin muhafaza edilebilmesi için; belli bir masraf sözkonusu ise, bu doğrudan doğruya rehin alan kimseye aittir. Ancak rehin bırakan kimse; sırf kendi arzusuyla bu masrafı üzerine alırsa, teberrû hükmünde olur, sonunda hak talebinde (masrafı istemek sûretiyle) bulunamaz.(172)

2045- Hanefi fûkahası Resûl-i Ekrem (sav): "Rehin kilitlenmez" hadisini esas alarak; "rehin bırakılan şeyin; rehin alan kimsenin mülkiyetine dâhil olamayacağında" ittifak etmiştir. Ayrıca kendisine rehin bırakılan bir at; ihmâli sonucu ölünce Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Rehin alan kimseye" hitâben; "Senin hakkın gitti" buyurduğu bilinmektedir. Eğer borcun miktarı ile rehin alınan malın kıymeti birbirine eşit olursa; (Telef olma durumunda) rehin bırakan kimsenin borcu düşer. Yine Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Rehin bırakılan şeyin kıymeti bilinmediği zaman (Örtülü hâle gelince); o hakkında verildiği borcun mukâbilinde, tazmin olunur" buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla alacağına karşı rehin isteyen kimse; onu muhafaza etme hususunda hassasiyet göstermek mecburiyetindedir"(173) hükmünde ittifak etmiştir. Rehin bırakan kimsenin; istediği zaman, bu malı geri talep etmesi mümkündür. Çünkü rehin bıraktığı malı geri alması, borcu düşürmez. Hatta rehin alan kimse (Alacaklı); aynı malı; borçluya, iâre (Ödünç) olarak verebilir. İmam-ı Şafii (rha) "rehin alan kimsenin elinde; rehin aldığı mal telef olsa, tazmin etmesi gerekmeyeceğine" hükmetmiştir. Yani rehin alınan malın helâk olmasının borcu iskât etmeyeceği görüşündedir.(174) İbn-i Münzir: "Rehin; rehin alan kimsenin hakkı ödeninceye kadar, rehin veren tarafından satılamaz, hibe edilemez, sadaka olarak verilemez ve kendisine teslim edilen şahsın elinden çıkarılamaz"(175) hükmünde, icmâ bulunduğunu kaydeder.

2046- Taraflar (Rehin alan ve veren) rehin olan malın; "Âdil bir kimsenin yanına bırakılması" hususunda ittifak ederlerse, bu câizdir. Âdil olan kimsenin; borç ödeninceye kadar, rehini taraflardan herhangi birine verme hakkı yoktur.(176) Eğer verirse; meydana gelebilecek zararı tazmin etmek (ödemek) durumundadır. Zira mal hususunda; rehin koyan kimsenin "Emânetçi'si" olduğu gibi, hak hususunda da, rehin alan kimsenin emânetçisidir. İkisinden biri, diğerine yabancıdır. Bilindiği gibi; yabancıya verilen emânetin zâyi olmasında tazmin mecburiyeti vardır. Kendisine "yed-i adl" (Âdaletli el) denilmiştir. Nitekim Mecelle'de: "Deyn (borç) baki iken adl olan kimse; râhin ve mürtehinden birinin rızâsı olmadıkça, rehni diğerine veremez ve verirse istirdada (geri verilmesini istemeye) selâhiyeti vardır. Ve kalb el istirdâd (Geri almadan önce) rehin telef olsa, adl anın kıymetine zâmin olur"(177) hükmü kayıtlıdır. Dolayısıyle tarafların rızâsı ile; kendisine rehin bırakılan kimse, "Borç ödeninceye kadar" görevini sadakatle yerine getirmek mecburiyetindedir. Emâneti kabul ederken taraflara; bu hususta, herhangi bir talebi kabul etmeyeceğini bildirmelidir. Eğer rehin alınan mal; âdil olan kimsenin elinde iken, hiçbir kasdı olmadan telef olursa, rehin alan kimsenin zararına telef olmuş sayılır. Çünkü bu noktada âdil kimsenin eli; rehin alan kimsenin eli hükmündedir.(178) Eğer borcun ödenmesi hususunda herhangi bir müddet tayin olunmuşsa; süre dolduktan sonra, rehin bırakılan mal satılır ve ücreti alacaklıya teslim edilir. Bu hususta âdil kimse; vekil hükmündedir. (179)

  ANASAYFA
b a
MEVZULAR
 • Takdim ve Önsöz
 • Genel Bilgiler
 • Tevhid ve Sıfat İlmi
 • Temizlik Bahsi
 • Namaz Bahsi
 • Cihad Bahsi
 • Oruç Bahsi
 • Zekât Bahsi
 • Hac ve Kurban Bahsi
 • Nikah Bahsi
 • Had ve Hudud Bahsi
 • Rızık-Kazanç Bahsi
 • Adâbı Muaşeret Bahsi
 • Adâlet Bahsi
 • Miras Hukuku Bahsi
 • Çeşitli Meseleler
 • Mevzuların Tam Listesi
 
 • ANASAYFA
MURABIT