TEBLİĞ (HÜKÜMLERİ ÖĞRETME) GÖREVİ
1811- Daha önce "Cihad'ın Teşri Merhaleleri" başlığı altında; tebliğin mâhiyetini izah etmiştik!.. İbn-i İshak'a göre; Resûl-i Ekrem (sav) Mekke'de ilk üç yıl inancını gizlemiştir!.. Daha sonra Allahû Teâla (cc)'nın beyan buyurduğu şekilde tebliğe devam etmiştir.(62) Kur'ân-ı Kerîm'de: "Sizden öyle bir cemaat bulunmalıdır ki (Onlar herkesi) hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçirmeye çalışsınlar. İşte onlar muradına erenlerin ta kendileridir"(63) hükmü beyan buyurulmuştur. İslâm ûleması: "İyiliği emretmek (Emr-i Bi'l Mâ'ruf) ve kötülükleri önlemeye çalışmak (Nehy-i An'il Münker) farz-ı kifâye olan bir ameldir. Çünkü bu işle meşgul olan bir cemaatin bulunması emredilmiştir. Hiç kimse bununla meşgul olmazsa; farz olan bir amel topluca terkedildiği için, bütün mü'minler mes'ûl olur"(64) hükmünde müttefiktir.
1812- Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah'a andolsun ki; siz ya iyiliği emredip, kötülükten vaz geçirmeye çalışırsınız, ya Allah kendi katından sizin üzerinize bir azab gönderir. O zaman dua edersiniz; fakat duanız kabul edilmez"(65) buyurduğu bilinmektedir. Şurası muhakkaktır ki; insanları hayra çağırmak, iyiliği emretmek ve kötülükten vaz geçirmeye çalışmak; ilim ve ihlâs isteyen bir (sahih) ameldir. Fakat herkesin bu sahada muvaffak olabilmesi güçtür. Nitekim bir Âyet-i Kerîme'de: "Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle!.. O zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile yakın dostun olmuştur."(66) hükmü zikredilmiştir. Resûl-i Ekrem (sav)'in hisbe teşkilâtını bizzat kurarak; ehil olan kimseleri bu işle görevlendirdiği bilinmektedir. Muhtesiblerin; âdil, muttaki ve âlim olmaları şarttır. Nitekim bir Hadis-i Şerif'te şöyle buyurulmuştur: "İnsanlara ancak emir vaz-ü nasihat eder veya emir tarafından görevlendirilmiş bir kimse!.. Üçüncü ancak mürai kişi olur"(67) İmam-ı Şafii (rha): "Bir kimse din kardeşine gizlice tebliğ ederse, gerçekten nasihat etmiştir. Aşikare va'zeden ise; onu muhakkak sûrette rezil etmiş ve batırmıştır" hükmünü zikreder. Zirâ İslâm'da kusurları ortaya dökmek ve ifşa etmek câiz değildir. Cahil ve şerrinden korkulan kuvvet sahibi zâlime karşı; onun zaaflarını bilen bir âlim nasihat edebilir. Kaldı ki; kötülüklerin kuvvet zoruyla ortadan kaldırılabilmesi; emir sahibiyle yakından alakalıdır.
1813- Kur'ân-ı Kerîm'de: "(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et. Onlarla mücadeleni en güzel yol hangisi ise onunla yap"(68) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirler bu Âyet-i Kerîme'yi tefsir ederken: "İnsanları Allah'ın dinine davet ederken, onların liyâkat ve istidatlarını dikkate almak vâciptir. Zekâ yönünden üstün olan ve eşyanın hakikatini öğrenmek isteyenlere tebliğ; kat'i delillerle (hikmetle) yapılır. Temiz fıtrat sahibi olanlara güzel vaz-û nasihat yeterlidir. İnadçı, münazara ve münakaşadan hoşlananlara, bir takım ön bilgilerle ve âdab-ı münazara ile tebliğ yapılır"(69) hükmünde ittifak etmişlerdir. Allahû Teâla (cc)'ya iman eden, iyiliklerin yayılması ve kötülüklerin önlenmesi için her türlü çileye katlananlar müjdelenmişlerdir. Nitekim bir Âyet-i Kerîme'de "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. İyiliği emreder, kötülükten menedersiniz ve Allah'a inanırsınız"(70) buyurulmuştur. Mü'minlerin; dünyaya gelmiş en hayırlı toplum oldukları sabittir. Hayırlı oluşlarının temel vasfı: Allahû Teâla (cc)'ya iman etmeleri, iyiliklerin yayılması için çalışmaları ve kötülüklerden menetmeleridir. Resûl-i Ekrem (sav): "Sizden herhangi biriniz bir kötülük görürse onu hemen eliyle değiştirsin. Eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle değiştirsin (Kötülüğünü söylesin). Buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle ona (kötülüğe) buğz etsin. İmanın en zaifi de budur"(71) buyurmuştur. "Emr-i Bi'l Ma'ruf", (İyilikleri emretmek) sadece devletin görevi değildir" diyen ûlema, bir Hadis-i Şerifi delil getirmiştir. Şayed yapılacak emir namaz, oruç, zekât ve cihad gibi herkesin bildiği vâciplerden, nehiy (yasaklama) zinâ, şarap, fâiz ve bunun gibi kat'i haramlardan ise; bütün müslümanlar bu görevi usûlüne uygun yerine getirebilirler. Dolayısıyla "Farz-ı Ayn" olan ilimlerden; bütün mü'minler sünnete uygun şekilde "Emr-i Bi'l Ma'ruf" yapabilirler. Fakat nâdir olan meselelerde; ûlema söz sahibidir.
1814- İslâm fıkhında; bazı hallerde (Darû'l Harb'te doğup, büyümek, aklî sıkıntı geçirmek vs..) hükmü bilmemek mâzeret olarak kabul edilmiştir. Yeni müslüman olmuş bir bedevi Resûl-i Ekrem (sav)'in hoşuna gider zannı ile bir kırba şarap getirir, hediye eder. Resûlullah (sav) adama: "-Sen Allahû Teâla'nın onu haram kıldığını bilmiyor musun?" diye sorar. Meseleyi öğrenen şarabı yanındakilere satmak ister, Resûl-i Ekrem (sav) bu defa: "-İçilmesini haram kılan Allahû Teâla (cc) satılmasını da haram kılmıştır"(72) ikazını yapar. Bunun üzerine bedevi şarabı yere döküverir. Dikkat edilirse Resûl-i Ekrem (sav) adamı herhangi bir şekilde ta'zir etmemiştir. Zirâ niyeti Resûl-i Ekrem (sav)'in hayır duasını almaktır. Nitekim Hanefi fûkahası: "Bir harbi, müslüman olup İslâm memleketine gelse, sonra haram olduğunu öğrenmeden şarab içse, hakkında içki haddi (hadd-i Şurb) icra edilmez"(73) hükmünde müttefiktir. Esasen herhangi bir suçu bilmeden işleyen ve öğrendikten sonra pişman olan bir kimseyi cezalandırmak bir-çok yönden sakıncalıdır. Hz. Ömer (ra)'in hilâfeti döneminde; yeni müslüman olmuş bir kimse (Yemen Vilâyetinde) zinâ eder. Fakat zinânın haram olduğunu bilmemektedir. Yemen Valisi; Hz. Said b. Müsayyeb (ra) ne yapılması gerektiği hususunda tereddüte düşer ve mektupla durumu Hz. Ömer (ra)'e bildirir. Hz. Ömer (ra) cevabında: "Zinânın haram olduğunu bilmiyorsa, öğretiniz. Eğer tekrar yaparsa haddi (cezasını) haketmiş olur"(74) buyurur. İslâm fıkhında teklif; mükellefin kudret ve kuvvetiyle yakından alakalıdır. Dolayısıyle İslâmi yönetimin en önemli meselesi; tebliğ ve eğitimdir. Bu konuda mü'minlerin: sünnete uygun bir şekilde, kendilerinden olan emir sahiplerine yardım etmeleri zarûridir.
KAZÂ'NIN (MAHKEMENİN-YARGI FAALİYETLERİNİN) ÖNEMİ
1815- Bilindiği gibi İslâm dininin temel hedefi; insanların can, mal, nesil, akıl ve din emniyetlerini sağlamak, hürriyetlerini muhafaza etmek ve zulmü ortadan kaldırmaktır. Bunun gerçekleşebilmesi ve nizamın sağlanması için Kazâ'nın (Mahkeme, Yargı faaliyetlerinin) sıhhatli olması zarûridir. Hanefi Fûkahası: "Kazâ, muhkem bir farzdır"(75) hükmünde ittifak etmiştir. Hak ve hürriyetler ihtilaf konusu haline gelince; İslâm'ın o husustaki hükmünün açıklanması zarûri olur. Dürri'l Muhtar'da: "Kazâ lugatta hükmetmek, hüküm vermek manasınadır" denilmiştir. İbn-i Abidin bu metni şerhederken, kazâ kelimesinin bunun dışında: "Bir işi bitirmek, edâ etmek, ihtiyacı gidermek, yaratmak, hayatın sona ermesi ve takdir etmek" gibi manalara da geldiğine işâret etmektedir.(76) İslâmi Istılah'ta "Belli (Hususi) bir metodla; husûmetlerin (düşmanlıkların, ihtilafların) ortadan kaldırılması ve anlaşamayan kimselerin arasının bulunmasına kazâ denir"(77) tarifi esas alınmıştır. Bunun dışında: "Dünyevî mesâlihi temin bakımından kendisinde çoğu zaman ihtilaf vuku bulan birbirine yakın ictihadi meselelerde bağlayıcı bir hüküm tesisidir" şeklinde de tarif edilmiştir. Feteva-ı Hindiyye'de: "Ammenin (ümmetin) velâyetini üzerinde bulunduran şahıstan sudur eden ve uyulması lâzım gelen hükme kazâ denir. Hızânetü'l Müftin'de de böyledir"(78) denilmektedir.
1816- Resûl-i Ekrem (sav)'in ilk dönemlerde; adlî, idarî, icraî, askerî ve siyâsî işleri bizzat kendisinin yürüttüğü bilinmektedir. Bu arada Sahabe-i Kiram'ı bizzat yanında eğitmiş, cihad sonucu elde edilen beldelere "Kadı" tayini yapmıştır. Meselâ: Resûlullah (sav) bir davada hüküm verme hususunda Hz. Amr b. As (ra)'ı görevlendirmiştir. Hz. Amr b. As; ihtilâfın çözümüne memur edilince: "Ey Allah'ın Resûlü!.. Senin yanında ve huzurunda mı davacılar arasındaki ihtilâfa bakmam gerekiyor?" diyerek işin güçlüğünü ihsas ettirir. Resûl-i Ekrem (sav) "-Evet benim huzurumda davaya bakacaksın" buyurur. Hz. Amr b. As (ra): "-Yâ Resûlallah!.. Hangi esas üzerine hüküm vereceğim?" diyerek, dava usûlünün mahiyetini öğrenmeye çalışır.(79) Bunun gibi bir-çok misâl zikretmek mümkündür. Resûl-i Ekrem (sav)'in tâyin ettiği ilk kadı Hz. Ali (ra)'dir ve Yemen'e gönderilmiştir.(80) Hz. Ali (ra) kazâ mesûliyetinin ağırlığını düşünerek: "-Ey Allah'ın Resûlü!.. Beni Yemen Vilâyetine kadı olarak gönderiyorsun. Oysa ben bu vazife için çok genç ve tecrübesiz sayılırım" diyerek ma'zeret beyan etme ihtiyacını duyar. Resûl-i Ekrem (sav) bunun üzerine: "-Allah'ım!.. Sen Ali'yi sırat-ı müstakiym'de yürüt ve onun dilini hak üzere sâbit kıl" diyerek duâ buyurur. Hz. Ali (ra) bu duânın bereketiyle ilgili olarak "-Nefsim yed-i kudretinde bulunduran Allahû Teâla (cc)'ya andolsun ki; artık o günden sonra iki kişi arasında hükmettiğim zaman aslâ şüpheye düşmedim" demiştir.(81) Resûl-i Ekrem (sav) Hz. Ali (ra)'den sonra Hz. Muaz b. Cebel'i Yemen'e kadı olarak göndermiştir.(82) Hz. Attab b. Esed'in, Hz. Ömer'in, İbn-i Mesû'd ve Zeyd b. Sabit'in (r.anhum) Resûl-i Ekrem (sav)'in tâyin ettiği kadılar arasında yer aldığı bilinmektedir. Necran Hristiyanlarının müracaatı üzerine; Ebû Ubeyde b. Cerrah'ı (ra) onlara kadı olarak göndermiştir. İmam-ı Serahsi (rha) ilk dönemlerde kadıların; (fetva verdikleri için) müfti olarak da isimlendirildiğini kaydetmektedir.(83)
1817- Ukûbat'lar bahsinde; Resûl-i Ekrem (sav)'in cezâları bizzat tatbik ettiğini ve bu hususta tâkip edilecek usûlü belirlediğini izah etmiştik.(84)
1818- Müslümanların azınlıkta olduğu veya gayr-i müslimlerin galip bulundukları ülke'de; müslümanlar nasıl hareket edeceklerdir? Zirâ küfre rızâ gösterme ve küfür ahkâmına tâbi olma hakları yoktur. Bu hususta farklı rivâyetler vardır. İbni Abidin: "Fetih'te bu konuda şöyle denilmektedir: Eğer görev verecek sultan (Ulû'lemr) yoksa veya kendisinden görev alınacak bir yetkili bulunmazsa -ki bazı müslümanların yaşadığı bölgelerde olduğu gibi- o bölgelerde gayr-i müslimler hâkim olmuşlar, müslümanlar bir bakıma azınlıkta kalmışlar veya müslümanlar mahkûm durumda, gayr-i müslimler hâkim durumdadırlar. Kurtuba'da bugün olduğu gibi. Bu durumda ne yapılmalıdır? Gerekli olan, müslümanların kendi aralarından birine bu görevi vermeleridir. Onda ittifak etmeleri vaciptir. Onu kendilerine imam olarak seçerler, o da kadı tâyin eder. Böylece kendi aralarında vukû bulan hâdiselerin yargı organlarına aktarılması sağlanmış olur. Yine buralarda kendilerine Cum'a namazı kıldıracak bir imam nasbederler."İnsanın mutmain olduğu, kabul edebileceği görüş de bu olsa gerek. Bu görüş istikâmetinde amel edilmelidir"(85) hükmünü zikretmektedir. İbni Abidin'in: "İnsanın mutmain olduğu, kabul edebileceği görüş de bu olsa gerektir. Bu görüş istikâmetinde amel edilmelidir" demesinin sebebi; bazılarının gayr-i müslimlerin tayin ettiği kadı'lara müracaat edebileceği yolundaki görüşlerini reddetmek içindir. Hanefi fûkahası; istilâ anında mü'minlerin kendi içlerinden bir İmam seçmelerinin vâcip olduğunda müttefiktir. İstilâya uğrayan bir İslâm beldesi derhal "Darû'l Harb" durumuna geçmez. Ancak orada küfür ahkâmı İcrâ olunur ve orada İslâm ahkamı ile hükmedilmez, müslümanlar kendi içlerinden seçtikleri Kadı'ya müracat etmezlerse Darû'l Harbe dönüşür.(86) Dikkat edilirse burada "Müslümanların kendi içlerinden seçtikleri kadı'ya müracaat etmemeleri" hassaten zikredilmektedir. Sonuç olarak: İslâmi yönetimin; teşrii, tebliğ, icrâ ve kazâ hususunda şer'i hududlara riâyeti şarttır. Şimdi Kazâ (Mahkeme-yargı faaliyetleri) üzerinde duralım.(87)