EMANET ve EHLİYET - İSLÂM İLMİHÂLİ

DELİLLER VE İSBAT - ŞEHÂDET - DAVA'LAR NE ZAMAN VE NASIL SONUÇLANIR?

DELİLLER VE İSBAT MECBURİYETİ

1851- Adâletin tam olarak tecelli edebilmesi için; dava edilen hakkın isbat edilebilmesi şarttır. Çünkü Kadı (hâkim); tarafların getireceği ve ortaya koyacağı delilileri esas alarak bir hüküm vermek mecburiyetindedir. Davacı haklı bile olsa; varlığını isbat edemediği müddetçe, hakkını elde edemez. İslâm fıkhında isbat mecburiyeti dava açan kimsenin üzerindedir. Davalı inkâr ederse, yemin teklif edilebilir. Nitekim bir Hadis-i Şerifte: "Beyyine (Delil ile isbat) dava eden kimse üzerinedir. Yemin etmek ise; inkâr edene teklif edilir"(164) hükmü beyan buyurulmuştur. Hakkı kat'i olarak ortaya koyacak her delil (Beyyine) Hâkim'in (Kadının) hükmüne mesned teşkil edebilir. Bunlar şehâdet, yemin, ikrar, yeminden nükûl, yazılı vesikâlar, emâreler ve hâkimin şahsen durumu bilmesi şeklinde tasnif edilebilir. Önce "Şâhidlik" konusunu gündeme getirelim.

ŞEHÂDET'İN TARİFİ VE MÂHİYETİ (ŞAHİDLİK)

1852- Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. Allah için hakkı ayakta tutan (Hâkimler, insan)lar, adâletle şâhidlik eden (Kimse)ler olun"(165) emri beyan buyurulmuştur. Şehâdet; başkasına âid bir hakkı, kat'i bilgiye dayanarak, kazâ'nın (Yargı'nın) sıhhati için ihbar etmektir. Zannetmek veya tahmin etmek, şehâdet değildir. Zirâ Resûl-i Ekrem (sav): "Eğer güneş gibi gördüysen şehâdet et, aksi takdirde yapma"(166) emrini vermiştir. Fûkaha "Şehâdet, iyice görüp anlama manasına gelen "Müşâhede'den" türemiştir"(167) diyerek, bu inceliğe dikkati çekmiştir. Şehâdet; Kur'ân, sünnet ve icma ile sâbit olan, kazâ (mahkeme) işlerinde delil kabul edilen bir ameldir. Resûl-i Ekrem (sav)'in kendisine bir dava intikâl edince, şâhid getirmelerini talep ettiği bilinmektedir.(168) Kadı (hâkim) hükmü; şâhidlerin beyânına ve diğer delillere göre vermek mecburiyetindedir. Hanefi fûkahası: "Bir kimsenin, bir şahısda bulunan hakkını almak için, belirli lâfızla, hâkimin huzurunda ve hasmın muvâcehesinde vâki olan doğru ihbara şehâdet denir"(169) tarifini esas almıştır. Böyle bir ihbarda bulunan kimseye "Şâhid" denir. Lehine şehâdet edilen kimseye "Meşhûdün leh", aleyhine şehâdet edilen şahsa " Meşhudün Aleyh" ve şehâdet edilen hususade "Meşhudün bih" denilir.(170)

1853- Resûl-i Ekrem (sav)'in "Şâhidlere ikramda bulununuz ve hürmet ediniz. Çünkü Allahû Teâla (cc) onlar vâsıtasıyla hakları korur"(171) buyurduğu bilinmektedir. Şehâdet'in rüknü: Bir kimsenin kadı huzurunda (Yemin etmeksizin) "Şehâdet ederim" demesidir. Tebyin'de de böyledir.(172)

1854- Şehâdetin edâsının sebebi nedir? sualine cevap arıyalım. Kur'ân-ı Kerîm'de: Şâhidler çağırıldıklarında (Şâhidlik etmekten) kaçınmasınlar"(173) emri verilmiştir. Bilindiği gibi hakkı ayakta tutmak farzdır. Eğer âdil şâhidler olmazsa; insanların haklarını muhafaza etmek mümkün olmaz. Hak iddiasında bulunan davacı; bu hakkını şâhidle isbat etmekle yükümlüdür. Gerçekten iddiasında samimi olduğunu yakinen bilen bir mü'minin ona yardımcı olmaması, kardeşlik hukukuyla bağdaşmaz!.. Eğer iddiasında samimi değilse; davalı durumunda olan kimsenin, zulme uğrama ihtimali sözkonusudur. Böyle bir durumda bulunan müslümana da yardım etmek vâciptir. Şehadet'in Hükmü; tezkiyeden (yani âdil olduğu anlaşıldıktan sonra, kadı'nın) şehâdetin mahiyetine göre hüküm vermesidir. Bu kadı üzerine vâciptir.(174) Kıyasa göre; şehâdetin kadıyı ilzam eden kat'i delil olmaması gerekir. Çünkü haber hükmündedir. Bilindiği gibi haber'in doğru olması mümkün olduğu gibi, yalan olması da ihtimal dahilindedir. Fakat nass'lar ve icma esas alınarak, kıyas terkedilmiştir.(175) Dolayısıyla İslâm fıkhında; şâhidlerin sayısı ve vasıfları üzerinde hassasiyetle durulmuştur.

1855- Ukûbat bölümünde; Hadd-i Zinâ'nın uygulanabilmesi için âdil dört şâhidin bulunması gerektiğini izah etmiştik!..(176) Diğer hadd cezalarında; âdil iki erkek şâhid'in beyanı geçerlidir.

1856- Doğum, bekâret ve kadınların kusurlarıyle ilgili hususlarda, şâhidlik hakkı kadınlara aittir. Resûl-i Ekrem (sav): "Kadınların şâhidliği; erkeklerin bakmaya muktedir olamayacakları (onlara haram kılınan) hususlarda câizdir"(177) buyurmuştur. Bu durumda iki kadının şâhidlik yapması ihtiyata daha uygundur.(178) İmam-ı Şafii (rha) kadınlardan dört şâhidin bulunması gerektiğine hükmetmiştir.(179) Hanefi fûkahası, "En Nisâi" kelimesinin cins belirttiğini; dolayısıyla bir tek kadının, kadınlarla ilgili hususlardaki şâhidliğinin câiz olacağını esas almıştır. İki kadının şâhidliği; kıyas yoluyla, ihtiyata daha uygundur.

1857- Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Şâhidlerin en hayırlısı; kendisinden şâhidlik etmesi istenmediği halde, şehâdet eden kimsedir"(180) buyurduğu bilinmektedir. Esasen; mü'minlerin haklarını koruma hususunda, titiz olmak vaciptir. Hanefi fûkahası; "Kul hukuku" ile ilgili meselelerde; şâhidliğin, farz olduğu hususunda ittifak etmiştir. Davacı; kazâ makamı (Kadı) huzurunda şâhid olarak gösterirse, hakkı bilen kimsenin şâhidlikten kaçınması haram olur.(181)

1858 Allahû Teâla (cc)'nın hakkı olarak tatbik edilen Hadd cezalarında ise durum farklıdır. Mükellef; şâhidlik edip-etmeme hususunda muhayyerdir. Zira Resûl-i Ekrem (sav)'in; şâhidlik eden bir sahabe'ye: "Şayed onun günahını örtseydin, senin için daha hayırlı olurdu"(182) diyerek, had cezalarında muhayyerliğin bulunduğu belirtilmiştir. Yine diğer bir Hadis-i Şerifte şöyle buyurulmuştur: "Her kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allahû Teâla (cc)'da kıyâmet gününde onun ayıbını örter."(183) Fakat hırsızlık vâkıasına şâhid olan kimsenin; mal emniyeti açısından "aldı" demesi vâcip olur. Ancak "çaldı" demez!.. Çünkü hırsızlık yaptığı zahir olursa "Hadd-i Sirkat" (El kesme cezası) uygulanır. malın tazmini gerekmez. Halbuki mal sahibinin hakkının ihyası "aldı" demesiyle gerçekleşir.(184)

1859- Kaza makamına tâyin için gerekli bütün şartlar; şâhidlik yapmak için de geçerlidir. Ukûbat bahsinde bu hususu izah etmiştik.(185) Şâhidlikte en önemli husus "Adâlet" konusudur. Çünkü faasıkın şehâdeti caiz olmaz. Feteva-ı Hindiyye'de: "Şehâdette adeletin izahı konusunda söylenen sözlerin en güzeli İmam-ı Ebû Yusuf (rah)'a âiddir. Demiştir ki: "-Şâhidlerin âdil olmasından murad; büyük günahları işlememesi (Kebire'den ictinab), küçük günahlarda da ısrar etmemesidir. (Sağire'de gayr-i Mıssır) adil şâhid; iyi hali meşhur olan kimsedir. İsabetli hükmü, hatasından; iyilikleri, kölütüklerinden fazla olan kimse âdildir. Nihaye'de de böyledir. Büyük günahların (Kebair'in) tasnifi ve mahiyeti hususunda ihtilaf edilmiştir. Bunların içinde en sahih olan izah Şeyhû'l-imam Şemsü'l-eimme Hulvani'nin izahıdır. Hulvâni'ye göre; "Allahû Teâla (cc)'nın kat'i nasslarla haram kıldığı ve müslümanlar indinde şen'i (çirkin, kötü) görülen hususlar büyük günahlardır. Kezâ mürüvveti ve keremi terketmek de büyük günahlardandır. Ayrıca günah işlenmesine ve fısk-ü fücûra yardımcı olmak ve insanları teşvik etmek de büyük günahlardandır. Bunların dışında kalan günahlar ise; küçük günahlar (Sağire) hükmündedir. Muhıyt'de de böyledir"(186) hükmü kayıtlıdır.

1860- Kur'ân-ı Kerîm'de: "Eğer yasak ettiğimiz büyük (Günâhlardan) kaçınırsanız, sizin (öbür) kabahatlerinizi örteriz"(187) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu Âyet-i Kerîme'de büyük günahlar (Kebair), kabahatler ise (Seyyie) olarak anılmıştır.(188) Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Yedi şeyden sakınınız. Bunlar: Allah'a ortak koşmak, haksız yere Allahû Teâla (cc)'nın haram kıldığı cana kıymak, sihir (büyü) yapmak, tefecilikle meşgul olmak, fâiz yemek, yetimin malına el koymak, düşmanla yüz-yüze gelindiğinde kaçmak, iffetli mü'min kadınlara iftira etmek"(189) buyurduğu bilinmektedir. Hz. Ali (ra)'den gelen bir rivâyette bunlara hırsızlık ve zinâ etmek de ilâve edilmiştir.(190) Müctehid imamlardan bazıları: "Allahû Teâla (cc)'nın cezâ tâyin ettiği ve açık olarak azabıyla tehdit ettiği her çeşit günah büyüktür" hükmünü zikretmişlerdir. Kadı'lar; şâhidlerin vasıflarını tesbit etmek için ya bizzat kendileri araştırma yapar veya bu işle ilgilenecek bir yardımcı tâyin ederler. Bu yardımcılara "Müzekki" veya "Sâhibû'l Mesâil" denir. Önceleri tezkiye işlemi âşikar olarak yapılıyordu. İlk defa Kufe Kadısı Şureyh (rha) gizli tezkiye usûlünü kabul etmiştir.(191) İslâmi ıstılâhta gizli tezkiyeye "Mestûre" adı verilmiştir.(192) Müzekki'lerin; kimlerin şâhidliklerinin kabul edilip-edilmeyeceğini, gayet iyi bilmeleri gerekir. Şâhidlerin Adâleti hususunda; müzekki'lerin vermiş olduğu hüküm geçerlidir. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha) ve İmam-ı Yusuf (rha) bu hususta müttefiktir. İmam-ı Muhammed, şâhidlerin adeti dikkate alınır. Şâhidlerin sayısı kadar müzekki; tezkiye vermişse ve ittifak hasıl olmuşsa, verdikleri hüküm ilzam edicidir"(193) hükmünü zikretmiştir. Esasen Müzekki; kazâ makamı tarafından tâyin olunan ve bizzat onun adına hareket eden bir yardımcıdır. Yaptığı hizmet karşılığı; "Beytü'l-mal'den", maaş almak durumundadır.

1861- Taraflardan biri müslüman ise; şâhidlerin mutlaka müslüman olması gerekir. Çünkü kâfirlerin, müslümanlarla ilgili şâhidlikleri kabul edilmez.(194) Zimmet ehli'nin; milletleri muhalif olsa da, birbiri üzerine yaptıkları şâhidlikleri muteberdir.(195) İbn-i Hümam, "Yalanın bütün dinlerde haram kılındığını" beyan etmektedir.(196) Dolayısıyla "Yalancı Şâhidliğin" haram olduğu hususunda icma hasıl olmuştur. Molla Hüsrev: "Bilmiş ol ki yalan yere şâhidlik eden kimsenin (Şehâdetiyle hüküm verilsin veya verilmesin) cezalandırılması gerekir. Yalancı şâhid'in ta'zir olunacağı hususunda icmâ vardır. Çünkü o kimse, müslümanlara zararı dokunan büyük bir günah işlemiştir. Yalancı şâhidlik hususunda belli bir sınır yoktur. Binaenaleyh o kimse "Bir daha yapmasın" diye cezalandırılır. Ancak Fûkaha ta'zir'in (cezâ'nın) nasıl olacağı hususunda ihtilâf etmiştir. İmam Ebû Hanife (rha) demiştir ki: "-O'nun ta'ziri (cezalandırılması) ancak teşhir edilmesidir." İmameyn'in kavline göre: "-Yalancı şâhidlik yapan kimse dövülür ve hapsedilir." İmam-ı Şafi (rha)'nin ictihadı da budur. Çünkü Hz. Ömer (ra)'in yalancı şâhidlik yapan kimseyi kırbaçladığı ve yüzüne çömlek karası sürdüğü rivâyet edilmiştir. İmam-ı Azam (rha)'ın delili ise şudur: Kadı Şureyh (rha) yalancı şâhidi teşhir eder, fakat dövmezmiş, eğer yalancı şâhid ticâret ehli ise; pazar yerinde değilse, ikindi namazından sonra insanların toplu olduğu yere gönderir ve: "-Biz bu adamı yalancı şâhid olarak bulduk, siz de bundan sakının" diye nidâ ettirirmiş. Kadı Şureyh Sahabe zamanında Kadı'lık yapmıştır. Sahâbe-i Kiram'dan hiç birisi, bu cezâlandırmaya itiraz etmemiştir. Dolayısıyle Sahabe-i Kiram'ın görüp, itiraz etmemesi icma hükmündedir"(197) buyurmuştur. Muhakkak ki bu; Şer'i şerifle hükmeden, bir kaza makamı huzurunda yapılırsa, cezalandırılması sözkonusu olur. Bilindiği gibi Kur'ân, Sünnet ve icmâ ve diğer şer'i delillerle hükmetmeyen hiçbir kazâ (Mahkeme), kazâ hükmünde değildir.(198)

1862- Kadı; farklı dilleri konuşan insanların ikâmet ettiği bir beldede görev yapıyorsa, "Tercüman"lar vâsıtasıyla işlerini yürütür. Resûl-i Ekrem (sav)'in Zeyd b. Sabit'e (ra) İbranice öğrenmesini emrettiği ve İbranice konuşanların meselelerinde O'nu (tercüman olarak) değerlendirdiği bilinmektedir. Tercüman'ın; âdil, müslüman ve emin olmasının yanında her iki dile hakkıyla vakıf olmasıda gerekir.(199) İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha) ve İmam-ı Yusuf (rha); mahkemede aynı dil hususunda iki tercümanın bulunmasının ihtiyata uygun olduğunu, ancak bir tercümanın da yeterli olacağını esas almıştır. İmam-ı Muhammed (rha) iki tercümanın bulunması şarttır" kanaatindedir. İmam-ı Şafii (rha)'nin de "en az iki tercümanın bulunması gerektiği" hususunda ictihadı mevcuttur.(200) Yaptığı hizmet karşılığı; tercüman "Beytü'lmal"den maaşını alır. Hiç kimse konuştuğu dilin dışında başka bir dille meselelerini anlatmaya zorlanılamaz. Çünkü bu ; fıtrata müdahale hükmündedir. Eğer kendi rızasıyla konuşursa mesele yoktur.

1863- Hanefi fûkahası; "Yemin ile birlikte; tek bir şâhidin (veya yalnızca bir erkek şâhidin) beyanlarının delil olamayacağını, şâhidlerin sayısını beyan eden ayetlerin buna mâni olduğunu" esas almıştır. Resûl-i Ekrem (sav) Hz. Huzeyme'nin yalnız başına şâhidliğini kabul etmesini, "İlleti kat'i bilinemeyecek" bir uygulama olarak değerlendirmiştir.(201) Şafii ve Hanbeli fûkahası ise; taraflardan birinin yeminiyle birlikte tek bir şâhidin veya yalnızca bir şâhidin beyanlarının delil olabileceğini esas almıştır. Buradaki ihtilâf fıkıh usûlüne dayanır. Şöyle ki; Hanefi fûkahası "Teabbüdi olduğu ve illetlerinin akılla kavranamayacağı sâbit olan konularda kıyasın geçerli olmadığını" esas almıştır. Cezâ ve Hukuk davalarında yapılan tatbikât, kıyasa mânidir. Şâhidlerin nisabı; kat'i olarak ayetle tesbit edilmiştir. Resûl-i Ekrem (sav)'in Hz. Huzeyme'nin yalnız başına şehâdeti kabul etmesindeki illet kat'i olarak belli değildir. Çünkü Sahabe-i Kiram'ın hepsi için aynı tatbikatı yapmamıştır. Bu durumda; nassla sâbit olan şâhid adedi bâki kalır. Şafii ve Hanbeli fûkahası; bu tatbikat Hz. Huzeyme gibi güvenilir her sahabe için tatbik edilebilir. Fakat o hadiseye Hz. Huzeyme şâhid olduğu için, bu şekilde sünnet vârid olmuştur. Hülâfa-i Raşidiyn döneminde de, aynı tatbikat sürmüştür. Dolayısıyla güvenilir tek bir kişinin, şehâdeti delil olabilir. Şâhidliklerin kabulü ve reddi ile ilgili ilimler "Müzekki"ler üzerine farz-ı ayn'dır. Şimdi diğer delillere geçelim.

1864- EHL-İ VUKUF'UN (BİLİR KİŞİ) RAPORU: Kur'ân-ı Kerîm'de "Hz. Yusuf (as)'un kıssası" beyan edilirken; uğramış olduğu iftirada suçun kime âid olduğunu tesbit için, davanın bilirkişiye havale edildiğini görüyoruz.(202) Resûl-i Ekrem (sav) döneminde; neseb davalarında, kaif'lerin (Fizyonomi mütehâsıslarının) görüşlerine başvurulmuştur. İmam-ı Serahsi; Kadı'nın cezâ ve hukuk davalarında ehl-i ilme (Ehl-i Vukuf'a) müracaat ederek, onların rey ve mütalâalarını hükme mesned edebileceklerini beyan eder.(203) Şöyle ki; "Ehl-i İlm" kendi sahasında cerayan eden olayların mâhiyetini tayin etmede mahirdir. Alış-verişte meydana gelen bir ihtilâfta; ticaret erbabının görüşlerini almak hükmün sıhhati açısından önemlidir. Yine herhangi bir cinayet hâdisesinde; ehl-i ilm olarak "Doktorlar" söz sahibidirler. Nitekim Hz. Ömer (ra) döneminde; bir kimse şiirle kendisinin hicvedildiğini beyan ederek dava açar. Hz. Ömer (ra) "Şiirde hiciv unsurunun bulunup-bulunmadığı" konusunda meşhur Şâir Hassan b. Sabit'i (ra) "Ehl-i Vûkuf" tâyin etmiştir.

1865- İKRAR: Bir kimsenin; kendisine isnad olunan suçu veya borcu kabul edip itiraf etmesine ikrar denilir.(204) Kadı; ikrar eden (itiraf eden) kimsenin, itirafını dikkate alarak hüküm vermek mecburiyetindedir. Çünkü Resûl-i Ekrem (sav)'in; Hz. Maiz (ra)'in ikrahını dikkate alarak, kendisini recm cezasına çarptırdığı bilinmektedir.(205) İkrar'ın bazı şartları vardır. Bunlar:

1. İkrar ve itiraf eden kimse akıllı ve bulûğa ermiş olmalıdır. Bu hususta ittifak vardır. İkrarın kabul edilmesi için hürriyet; bazı davalarda şart bazılarında şart değildir. Nihaye'de de böyledir.
2. İkrar'da rızâ ve kasıd şarttır!.. İşkence sonucu yaptırılan itiraf, ikrar hükmünde değildir.(206)

Mükellefin ikrar'dan rücû etmesi mümkün müdür? sualine cevap arayalım. Herhangi bir kimse önce itiraf ettiği bir hakkı veya suçu, daha sonra bazı mâzeretler ileri sürerek (Ruhi bunalım veya baskı) reddedebilir. Hanefi fûkahası; kul hukuku ile ilgili olan ikrar'dan (itiraftan) rücû etmenin sahih olmadığını" esas almıştır. Nitekim Mecelle'de: "Hukuk-i ibadada ikrardan rücû olmaz"(207) hükmü kayıtlıdır. Hudud (cezâ) davalarında; önce suçunu ikrar (itiraf) eden bir kimse, daha sonra rücû ederek "-Ben yapmadım" dese, itiraf etmemiş sayılır. Çünkü şüphe; had cezalarının ve kısasın kalkmasına sebeb olan bir durumdur. İtirafını (ikrarını) reddettiği anda, "yapıp-yapmadığı" hususunda şüphe ortaya çıkar. Dolayısıyla ikrarından rücû sahihtir ve ceza tatbik edilemez.(208)

1866- YAZILI BEYYİNELER: Kur'ân-ı Kerîm'de; hukuki ve ticâri akidlerin, yazı ile tesbit edilmesi, âdil bir kâtibin de yazmaktan çekinmemesi (ve şâhidlerle bu belgenin güzelce düzenlemesi) istenmiştir. İbn-i Kesir bu âyetin en son gelen hükümlerden birisi olduğunu kaydetmektedir.(209) İslâm ûleması ticâri ve hukuki akidlerin yazılmasının "farz mı, yoksa müstehab mı" olduğu hususunda ihtilâf etmiştir. Zira Âyet-i Kerîme'de "borcu yazın" ve "İki şâhid tutun" hükümleri, emir sığasıyla gelmiştir. Unutma veya yanlış hatırlama soncu; ortaya çıkabilecek her türlü ihtilafı önleme bakımından, akidlerin yazılması müslümanlar için hayırlıdır. İmam-ı Serahsi; "Resûl-i Ekrem (sav)'den kendi zamanına kadar ticâri, hukuki akidlerin, muamelelerin, idâri tasarruf ve siyasi anlaşmaların yazıyla tesbitinin gelenek halinde devam ettiğini zikretmektedir.(210) Esasen Siyasi bir anlaşma olan"Hudeybiye" anlaşması, Resûl-i Ekrem (sav)'in bizzat yazdırdığı bilinmektedir. Bunun dışında Resûl-i Ekrem (sav), bir alış veriş akdini yazı ile tesbit ettirdiğine şâhid oluyoruz.(211) Bilindiği gibi günümüzde "Noter'den" tasdikli bilgiler, yazılı delil hükmündedir. "Noter" Fransızca bir kelime!.. Tahavi'nin "Katibu'ş Şurut", Allame Tarsusi'nin "Âdil Katib" ve bazı fakihlerin "Vesika katipleri" ismini verdikleri kimseler; kazâ işlerine yardımcı olmuşlardır. Yazılı belgeler; başlı-başına delil midir? sualine cevap arayalım. Usûl-i fıkıh ûleması; yazıların birbirine benzetilebileceği veya üzerinde tahrifat yapılabileceğini esas alarak, yazılı belgenin mücerred olarak delil olmadığı üzerinde durmuşlardır.(212) Ancak yazılı belge; iki adil şâhidle ispat edilirse, kat'i delil durumuna gelir. Nitekim Âyet-i Kerîme'de de: "Erkeklerinizden iki de şâhid yapın. Eğer iki erkek bulunmazsa o halde râzı (ve doğruluğuna emin) olacağınız şâhidlerden bir erkek iki kadın (yeter. Bu suretle), kadınlardan biri unutursa, öbürünün hatırlatması (kolay olur). Şâhidler çağırıldıkları vakit kaçınmasınlar. Az olsun, çok olsun onu vâdesiyle beraber yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah yanında Adâlete daha uygun, şâhidlik için daha sağlam, şüpheye düşmenize de daha yakındır" buyurmuştur. Ulû'lemr veya Kadı; İslâm fıkhını iyi bilen, salih ve takva sahibi bir kimseyi "Âdil kâtib" tayin edebilir. Dolayısıyla "Âdil kâtib'in"; fıkha uygun olarak düzenlediği akidler, kat'i delil hükmüne geçer!.. Yazılı beyyine olarak Kadı'ya sunulabilir. Zira Resûl-i Ekrem (sav)'in alış veriş akdini yazı ve tesbit ettirmesi, (herhangi bir ihtilâf anında belge olarak kullanılmasını) mü'minlere ta'lim içindir. Fûkaha; iki âdil şâhidle birlikte yazılı beyyinenin delil olduğunda müttefiktir.(213)

1867- KARİNE VE EMÂRELER: Resûl-i Ekrem (sav)'in karine ve emâreleri dikkate alarak hüküm verdiği sâbittir. Nitekim Abdurrahman b. Avf(ra)'dan rivâyet edilen; Bedir savaşında; Resûl-i Ekrem (sav)'e küfrettiği için Ebû Cehil'i bulup-öldürmek azmindedirler, fakat (her ikisi de Ensar'dan oldukları için) Ebû Cehil'in kim olduğunu bilmemektedirler. Hz. Abdurrahman b. Avf (ra)'dan kendilerine Ebû Cehil'i gösterivermesi için istirhamda bulunurlar. Sonuçta ikisi birden Ebû Cehil'in üzerine yürürler ve öldürürler!.. Fakat hangisinin öldürdüğü ihtilâf konusu olur. Resûlullah (sav) "Kılıçlarınızı sildiniz mi?" sualini tevcih eder, silmediklerini öğrenince kılıç üzerindeki kana bakarak karar verir.(214) İbn-i Kesir; Hz. Süleyman (as)'ın çocuğun annesini tesbit hususunda emâreleri dikkate aldığını beyan eder.(215) Mecelle'de; "Esbab-ı Hükümden (Hüküm sebeblerinden) birisi dâhi karine-i katıadır. Karine-i Katıa; hadd-i yakine (kesin bilgi sınırına) bâliğ olan emârelerdir"(216) hükmü kayıtlıdır. Ancak şüphe ve vehim geçerli değildir. Kesin bilgi sınırına yakın olmak zorundadır.

1868- KEŞİF: Kadı; hukuk ve had davalarında, keşif yaparak dava hakkında bir takım deliller bulmaya gayret eder. Resûl-i Ekrem (sav)'in; bir arâzi ve ev ihtilâfı ile ilgili olarak, Hz. Huzeyfe b. El Yeman'i (ra) keşif yapması için gönderdiği bilinmektedir. Hz. Osman (ra); Hz. Ali (ra) ile Talha b. Ubeydullah (ra) arasında arazi sebebiyle çıkan ihtalâfı, bizzat arâzınin bulunduğu yere giderek, gerekli incelemeleri yaptıktan sonra hükme bağlamıştır.(217) Hz. Ömer (ra) bir cinâyet davasında; olayın vukû bulduğu yere giderek, gerekli incelemeleri yapmış ve kâtili tesbit etmiştir!.. Bütün bunlar; gerekli durumlarda keşif yapılmasının zarûri olduğunu ortaya koymaktadır.

1869- YEMİN: Hukuk davalarında hükümlere mesnet olacak delillerden birisi de yemindir. Resûl-i Ekrem (sav) Hadramut ve Kinde'li iki şahsın arasında cerâyan eden Arâzi İhtilâfında; önce davacı'dan iddasını delil ile ispat etmesini tâlep eder. Davacı, bu hususta herhangi bir delil getiremeyince davalı durumunda olan kimseye "Yemin" etmesini teklif eder.(218) Dolayısıyla yemin; ispat için konulmuş bir delil değil, müdafaa usûlüdür.(219) Şafii fûkahası; yeminin hem ispat, hem müdafaa için delil olabileceğini, bu sebeble davalıya teklif edildiği gibi, davacıya da teklif edilebileceği kanaatindedir.

1870- Kendisine yemin teklif edilen davalı; yemin etmezse durum ne olur? İbn-i Ebi Müleyka Basra'da kadılık görevini edâ ederken, kendisine gelen bir dava ile ilgili olarak Müfti İbn-i Abbas'dan bilgi almak ister. İbn-i Abbas (ra) "-Davacıdan delil getirmesini iste!.. Şayed delil getiremezse, davalıya yemin teklif et!.. Davalı yeminden kaçınırsa (Nûkûl ederse) aleyhine hüküm verebilirsin"(220) buyurur. Hudud cezaları ve kısas'ta davalının yeminden kaçınması; hüküm için yeterli sebeb değildir!.. Bu hususta ittifak vardır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Beyyine (Delil) getirmek iddia eden (davacı olan) kimsenin üzerinedir. Yemin etmek ise; inkâr edene (davalıya) düşer"(221) buyurduğu bilinmektedir. Ukûbat bahsinde; f?hil-i meçhul cinâyetlerde "Kasâme'nin" nasıl yerine getirildiği üzerinde durmuştuk!..(222)

1871- Hanefi fûkahası Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Sizden biriniz yemin edecek olursa Allah (cc) adına yemin etsin veya terketsin" ve "Kim Allah'tan başkasının üzerine yemin ederse, şirk koşmuş olur" Hadis-i Şeriflerini esas alarak; Allahû Teâla (cc)'dan başkası üzerine yemin edilmeyeceğinde ittifak etmiştir. Yemin bazı hallerde Allahû Teâla (cc)'nın sıfatlarını zikretmekle te'kid kazanır. Buna "Tağliz" etme (Şiddetlendirme) denilir. Şöyle ki: "Kendisinden başka ibâdete lâyık hiçbir mabûd olmayan, Rahman, rahim ve din gününün sahibi olan, gizli ve aşikâr ne varsa hepsini bilen Allahû Teâla (cc)'ya yemin ederim ki: -İddia sahibi olan (davacı) falan kimsenin benim üzerimde iddia ettiği ..................... yoktur. İddia olunan ................... 'nın durumu şöyle, şöyledir vs." Mü'min, muttaki ve âlim olan kimseler için tağliz etmeye (Şiddetlendirmeye) gerek yoktur.(223) Zimmet ehli yahudiler: "Musa (as)'ya Tevratı indiren Allah'a yemin ederim ki" diye yemine başlar. Hristiyan ise: "İsa (as)'ya İncili indiren Allah'a yemin ederim ki" diyerek, iddia sahibinin sözlerini reddeder.(224) Namus ve şeref üzerine; putperestlere dâhi yemin ettirilmez!.. Kazâ makamında bulunan kimse; Allahû Teâla (cc)'dan başkasının üzerine yemin yaptırmadığı gibi (Kendiliğinden) başka şekilde yemin eden kimsenin, yeminini de kabul etmez. Fûkaha'dan bir kısmı; Allah (cc) korkusunun azaldığını ve hesab şuurunun zaafa uğradığını dikkate alarak; talak (Karısının boş olması) üzerine de yemin ettirmenin câiz olacağını ileri sürmüşlerdir.(225) Zira; talak (boşanma) üzerine yemin eden kimse zararını gözönüne alarak yalan söylemekten sakınabilir. Bu gerekçenin tutarlı olup olmadığı tartışılabilir.

1872- HÂKİMİN (KADI'NIN) ŞAHSEN BİLMESİ VE KANÂTİ: İslâm fıkhında; kazâ işleriyle meşgul olan (Kadılık görevini yapan) kimsenin şahsî kanaatlarıyla hüküm vermeleri mümkün değildir. Zira Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Ben de ancak fâni bir insanım. (Beşerim). Siz bana birçok davalar getiriyorsunuz. Sizlerden biri, diğer tarafa nazaran beni iknâ etmede daha kâbiliyetli ve muktedir olabilir. (Meselesini daha beliğ anlatabilir). Ben de ondan işittiğime göre hükmederim. Verdiğim bir hükümle bir kimseye hakikatte din kardeşine âit bir şeyi verecek olursam, o kimse asla almasın. Zira benim ona, o şekilde vermiş olduğum şey ancak ateşten bir çadır"(226) buyurduğu bilinmektedir. Bazı rivâyetlerde: "Dilerse o ateşi alsın, istemezse bıraksın" ziyâdesi vardır. Dikkat edilirse Resûlullah (sav) getirilen delilleri esas alınmasını ve ona göre hükmedilmesini emretmiştir. Şahsi kanaat; "Zahiri Hakkı" tesbit için geçerli değildir. Hudud davalarında ve kısas'ta; kadı şahsi bilgisine ve kanaatine dayanarak hüküm veremez.(227) Hukuk davalarına gelince; eğer kadı bir olaya şâhid durumunda ise; mü'minin hakkının zâyi olmaması için, dava'nın başka bir kadı'ya götürülmesini ve kendisinin şâhid olarak gösterilmesini teklif eder. Dolayısıyla; hakkın ihyâsını bu şekilde temin etmiş olur. Ancak aynı anda hem kadı, hem şâhid olamaz. Çünkü töhmet ve sui-zan sözkonusu olur.

1873- Bu Hadis-i Şerif aynı zamanda; meselelere vâkıf olan ve güzel izah edilebilen vekillere ihtiyaç olduğunu ortaya koymaktadır. Gerek davacı, gerek davalı; hakkında kendi adına talep edebilecek bir vekil tâyin edebilir.(228) İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha) bu hususta iki tarafın da rızâsının esas olduğunu beyan etmiştir. İmameyn'e göre; rızâ şart değildir. Çünkü bu vekâleti ilgilendiren bir durumdur. Belâğat yeteneği olmayan ve davasını anlatmakta güçlük çeken bir kimsenin; iddiasını vekili vasıtasıyla gündeme getirmesi mümkündür. İmam-ı Serahsi bu hususta bir misâl vermektedir: Resûl-i Ekrem (sav) arzedilen bir davada; taraflardan biri muhâkeme usûlünü gayet iyi bilmekte ve fâsih konuşmaktadır. Diğer taraf ise o konularda hiçbir bilgi sâhibi değildir. Haklı olduğu halde; muhâkeme usûlünü bilmediği ve güzel bir şekilde meseleyi ortaya koyamadığı için, davayı kaybeder. Fakat bu sırada Resûlullah (sav): "Bir kimse; sahte deliller ortaya atarak davayı kazanır ve kardeşinin hakkını da alırsa cehennemden bir ateş parçası almış olur" buyurdu. Kendisini güzel müdafaa eden ve muhâkeme usûlünü bilen şahıs, hakikati itiraf etti ve hak sâhibine verildi"(229) Günümüzde "Avukatlık" yaygın olan bir meslektir. Haklı ve haksız (avukat) mutlaka; kendisine ücret ödeyen kimsenin davayı kazanmasını arzu eder!.. Kaldı ki; beşeri kanunlar sözkonusu olduğu için âhiret mesûliyeti üzerinde fazlaca durulmaz!.. İslâm fıkhında vekil; mutlaka "hakkın sâhibine iade edilmesi" hedefini gözetmek zorundadır. Belli bir ücret karşılığında "Vekil" olmuşsa, ecir (İşçi) durumuna geçer.(230) Hz. Ali (ra) dava tâkip etmeyi sevmediği için; Kardeşi Akil b. Ebû Talib (ra) onun vekili olarak davalarına girmiştir. Akil ihtiyarlayınca; Hz. Ali (ra), Kardeşinin oğlu Abdullah b. Cafer'i vekil tayin etmiştir.(231) Serahsi; hem Akil'in, hem Abdullah b. Cafer'in Âlim, zeki ve hazır cevap olduklarını kaydeder, İslâm fıkhında her çeşit dava için vekil tayin etmek sahihtir. Elbette; bu husustaki fıkhi hükümlere riayet etmek farzdır.

1874- Kazâ işleriyle meşgul olan kimselerin; huzur ve güvenlerini sağlamak şarttır. Dolayısıyle mahkeme anında; taraflar, vekilleri ve dinleyicileri uyaracak ve kadı'ya (hâkimlere) yardımcı olacak kimselere ihtiyaç vardır.(232) Muhâkeme ve murâfaa işlerinin düzgün yürümesi için "Ulû'lemr" gerekli tedbirlerin alınmasını sağlar.

1875- Hanefi fûkahası; hem davacı, hem davalı'nın kadı huzurunda hazır olmasını esas almıştır. Gerek iddia sahibinin (Davacı'nın) delilleri ortaya koyabilmesi, gerek davalı'nın kendini müdafaa edebilmesi; beraber kadı (hâkim) huzuruna çıkmalarına bağlıdır. Eğer iddia sahibi ile davalı ayrı ayrı şehirlerde oturuyorlarsa durum ne olacaktır? Bu durumda; davaya bakan mahkeme, gâibin ikâmet ettiği şehirdeki Kadı''ya mektupla durumu bildirir. Buna fıkıhta "Kitabu'l Kadı ile'l Kadı" (Hâkim'den, Hâkime yazışma) denilmiştir.(233) İddia sâhibinin (Davacı'nın) beyanları dikkate alınarak; yakalanamayan davalı hakkında da, hükme varılamaz. Essah olan kavle göre; davalı hazır oluncaya kadar, iddia sahibinin (Davacı'nın) dinlenmesi de câiz değildir.(234)

  ANASAYFA
b a
MEVZULAR
 • Takdim ve Önsöz
 • Genel Bilgiler
 • Tevhid ve Sıfat İlmi
 • Temizlik Bahsi
 • Namaz Bahsi
 • Cihad Bahsi
 • Oruç Bahsi
 • Zekât Bahsi
 • Hac ve Kurban Bahsi
 • Nikah Bahsi
 • Had ve Hudud Bahsi
 • Rızık-Kazanç Bahsi
 • Adâbı Muaşeret Bahsi
 • Adâlet Bahsi
 • Miras Hukuku Bahsi
 • Çeşitli Meseleler
 • Mevzuların Tam Listesi
 
 • ANASAYFA
MURABIT