EMANET ve EHLİYET - İSLÂM İLMİHÂLİ

DAVA'LAR NE ZAMAN VE NASIL SONUÇLANIR? - SULH'UN HÜKMÜ
HÜKMÜN İCRÂSI VE CEZÂSININ İNFAZI

DAVA'LAR NE ZAMAN VE NASIL SONUÇLANIR?

1876- Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Elinizden geldiği kadar müslümanlardan cezalarını kaldırınız. Eğer zanlı için bir çıkar yol varsa, hemen salıverin. Zira imamın veya kadı'nın (Hâkim'in) afv etmekte hata etmesi, cezâları tatbik etmesinde yanılmasından çok daha hayırlıdır"(235) buyurduğu bilinmektedir. İslâm ûleması; şüphenin, daima sanığın lehine olduğu hususunda müttefiktir. Zira insan için asıl olan; Suçluluk değil, mâsumluk (suçsuzluk)tur. Suçsuzluğu isbata muhtaç değildir. Ancak suçluluğu isbata muhtaçtır. İsbat edilmediği an (en ufak bir şüphe'de) bırakılıvermesi tavsiye olunmuştur.Yine diğer bir Hadis-i Şerif'te; had cezâlarının, şüpheli durumlarda uygulanmaması emredilmiştir.(236) Bilindiği gibi hudud cezaları; Resûl-i Ekrem (sav)'in elbiselerini çalan hırsız; yakalanarak Resûl-i Ekrem (sav)'in huzuruna getirilir. Beyyine (Delil) ve kendi ikrarı dikkate alınarak Hadd-ı Sirkat (El kesme) cezası verilir. Hz. Safvan b. Ümeyye (ra) "Hırsızlık sonucu cezaya çırptırılmış bir suçluyu ben afv etsem dahi, Allahû Teâla (cc) afvetmez"(237) diyerek, kesinleşmiş hadd cezalarında afvetme yetkisinin bulunmadığını, ancak kazâ makamının (Kadı'nın) huzuruna gelmeden önce hudud'larla ilgili meselelerde "Afv etmenin ve haklardan fergatın" mümkün olduğunu izah eder.(238) Hanefi fûkahası; kazâ makamına intikâl etmiş ve kesinleşmiş had cezalarında afv yetkisinin bulunmadığında ittifak etmiştir.(239) Ancak kısas ve diyet'te mağdurun "afv etme ve hakkından ferâgat etme" imkânı mevcuttur. Böyle bir durumda "Afv veya ferâgat"la, dava derhal sona erer.

1877- Hukuk davalarında; kadı'ya (Hakim'e) mürâcaat eden şahıs (Davacı), hakkından ferâgat ederek davaya son verebilir. Resûl-i Ekrem (sav) "Allahû Teâla (cc) afveden kulun, izzet ve şerefini artırır" buyurmuş ve mü'minlerin birbirlerine karşı "Merhâmetli ve afv edici" olmalarını tavsiye etmiştir. Bazı hukuk davalarında; Kadı'nın (Hâkim'in) davacıya "-Afv etmen mümkün değil mi? İsterseniz gelin sulh yapalım!?" şeklinde tavsiyelerde bulunması müstehabtır. Zira ihtilâfların; afv, ferâgat ve sulh sonucu ortadan kalkması esastır.

1878- Kur'ân-ı Kerîm'de: "Kötülüğün karşılığı, ona denk bir kötülük (bir misilleme)dir. Fakat kim afv eder, sulhu gerçekleştirirse mükâfatı Allah'a aiddir. Şüphe yok ki Allah zalimleri asla sevmez"(240) hükmü beyan buyurulmuştur. Mü'minlerin birbirlerine karşı merhametli olması ve kardeşlik hukukuna riâyet etmeleri defalarca hatırlatılmıştır. Nitekim "Fâziletle muamele etmek"(241), sabretmek ve suçları (örterek) bağışlamak"(242) "Öfkeleri yutmak ve insanları afv etmek"(243) tavsiye buyurulmuştur. Kazâ makamında bulunan kimse (Kadı, Hâkim); bu temel hedeflerin gerçekleşmesi için gayret sarfeder. Hanefi fûkahası; yakını öldürülmesi sonucu mağdur olan kimsenin, ikrah sonucu bile olsa, kısas hususundaki affının sahih olduğunu esas almıştır.(244) Eğer kısas talep etme hakkı bir cemaate (vârislerinin çokluğu sebebiyle) âid ise; içlerinden sâdece birisinin afv etmesi sonucu, kısasın uygulanmayacağında ittifak edilmiştir. Zira kısas'ın; cüzlere ayrılabilme imkânı yoktur.

SULH'UN TARİFİ ve HÜKMÜ

1879- İslâm toplumunda davalar; en-çok, sulh sonucu ortadan kalkmıştır. Taraflar; gerek duruşmadan önce, gerek duruşma devam ederken ihtilâf ettikleri hususta anlaşma yaparak (ki o konuda sulh mümkün ise) davaya son verebilirler. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Müslümanlar arasında; helâlı haram, haramı helâl etmemek şartıyla, her türlü sulh câizdir"(245) buyurduğu bilinmektedir. Önce "Sulh" kelimesi üzerinde duralım. Kelimenin kökü; "Salah"tır ve hâlin doğru olması manasına gelir. Sulh lûgat yönünden; musâlaha (uzlaşma, anlaşma) manasına isimdir.(246) İslami ıstılâhta: "İki tarafın (Davacı ve davalı) karşılıklı rızâlarıyla, ihtilâfı ortadan kaldırmak için yapmış oldukları anlaşmaya (Akde) sulh denilir"(247) tarifi esas alınmıştır. Buna kısaca; ihtilâfı ortadan kaldıran bir anlaşmadır" demek de mümkündür.

Sulhün rüknü; şartlarına uygun şekilde icap ve kabûldür.(248) Davalı'nın: "-Kabul ettim" veya "-Râzı oldum" demesi, yâhud kabûlüne ve rızâsına delâlet eden bir durumun bulunması kabuldür.(249) İcap davacı'dan da gelebilir. Şöyle ki: "-Ben seninle, şu davama karşılık, şunun üzerinde sulh oldum" diyebilir. Davalı "-Kabul ettim" derse, sulh gerçekleşir.

Sulhün hükmü: mal gibi temlik (Mülk edindirme) imkânı olan; bir ihtilâf sonucu sulh olmuşsa, mülk sâbit olur. Eğer temlik ihtimali yoksa (kısas gibi), iddia olunan şahıs için (davalı) beraatın vûkû bulmasıdır.

1880- SULH'UN SAHİH OLMASININ ŞARTLARI: İslâm toplumunda "Sulh" önemli bir hadisedir. Fukaha sulhun câiz olması için bazı şartların bulunması gerektiği hususunda ittifak etmiştir. Bunlar:

1. Sulh yapan kimsenin (Musâlihin) akıllı olması gerekir. Aklı ermeyen çocuğun ve mecnunun sulh yapması câiz olmaz.(250) Sulh için çocuğun bulûğa ermiş olması şart değildir. Temyiz kudreti varsa ve sulh kendisi için faydalı ise, mesele yoktur. Sarhoşun yaptığı sulh câizdir.(251) 2. Sulh talebinde bulunan kimsenin mürted olmaması gerekir. Bu şart İmam-ı Azâm Ebû Hanife (rha) tarafından ileri sürülmüştür. Hürriyet sulh için şart değildir.(252) 3. Sulh olunan şey; Allahû Teâla (cc)'nın hakkına (Hukukullah'a) taallûk etmemelidir. Sulh yapan kimselerin hakkına dâhil olmalıdır.
4. Sulh bedelinin belirli ve mâlum olması gerekir. Ayrıca mal hususunda ise; mütekavvim olmalıdır. Sulhû talep eden kimsenin; mülkiyetinde olduğu da, sâbit olması gerekir. Eğer, mal karşılığı sulh yapılır, fakat mal başkasına âit olursa, mesele anlaşıldığı an akid geçersiz olur.
5. Sulh yapan kimsenin; bedeli teslime gücü yetmelidir.
6. Sulhun konusu; haram akidlere girmemelidir.(253)

1881- Bir kimsenin, başkasına bin dirhem borcu olsa; kendi aralarında beşyüz dirheme sulh olsalar, bu câiz olur. Feteva-ı Suğra'da da böyledir. Ancak va'deli olan bin dirhem borcun, derhal beş yüz dirhem olarak ödenmesi hususunda anlaşma yapılsa bu sulh câiz olmaz.(254) Mehir, talak, hûl, nafaka ve süknâ hususlarında, şartlarına riâyet ederek sulh yapmak câizdir. Ancak bütün bunların; kazâ makamında bulunan kimsenin (Kadı'nın) hükmünden önce ve şeriata uygun olarak yapılması gerekir. Kadı (Hâkim); hüküm verdikten sonra; her iki taraf için sulh imkanı yoktur (her ikisi de) hükme uymak zorundadırlar.

1882- Sulh; davalının cevap verip-vermediği dikkate alınarak üç kısımda mütalâa edilmiştir.

1. İkrar üzere yapılan sulh
2. İnkâr üzerine yapılan sulh
3. Sükût üzerine yapılan sulh!..(255)

Bütün bu sulh çeşitlerinde, karşılıklı rızâ esastır. Bir kimse gece veya gündüz; ihtilâf halinde olduğu kimsenin evine girer, silâhını çekerek "bir şeyi ikrar etmesi veya bir şeyden vazgeçmesi" için tehdit ederse, yapılan sulh (ikrar sebebiyle) câiz olmaz!.. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha) Ulû'lemr'den başka hiç kimsenin, ölüm tehdidiyle ikrah edemiyeceğini esas almıştır ve bu sebeble câiz olduğunu beyan etmiştir. Ancak İmameyn'in kavli; ikrah ve tehtidin kimden geldiği önemli değildir, gerçekleşip-gerçekleşmediği" önemlidir. Fukâha "Fetv^â'nın İmameyn'in kavline göre verileceğini" tasrih etmiştir.(256)

HÜKMÜN İCRÂSI VE CEZÂSININ İNFAZI

1883- Mü'minler arasındaki ihtilâf; afv, haklardan ferâgat veya sulh yolu ile giderilemezse, dava "Hüküm"le sonuçlanır!.. Hükümlerin icrâsı ve hadlerin ifâsını; hassasiyetle tâkip etmek görevi, kadı'ya (Hâkime) âittir. Had cezalarının nasıl infaz edildiğini "Ukûbatlar" bahsinde izah etmiştik!.. Burada hukuk davalarının hükümlerinin icrâsı üzerinde duralım.

1884- Kazâ işleriyle meşgul olan kimse (Kadı); tarafların getireceği delilleri, İslâm'ın kaynaklarını esas alarak değerlendirmek ve bir sonuca varmak zorundadır. Kur'ân, sünnet ve icmâ'ya aykırı olarak vermiş olduğu hüküm geçerli olmaz, o davaya yeniden bakılır.(257) Ayrıca kadı; müdâfaa ve murâfaa sırasında şer'i hududlara riâyet etmemiş ise ve bu husus kat'i olarak tesbit olunursa, şekil açısından karar bozulur. Bunun dışında kadı; hüküm verdikten sonra yanıldığını anlarsa, bizzat kendisi karara itiraz edebilir. Çünkü hakka dönmek, hatada ısrar etmekten çok daha hayırlıdır. Kadı'nın (Hâkim) şahsi kusurlarından dolayı ferd zarara uğramışsa; zararı gidermek Ulû'lemr'e düşen bir görevdir.(258) Zira insanlar; zarardan kurtulmak için kadı'ya mürâcaat etmektedirler. Burada şu inceliğe de, dikkat etmek gerekir. Kadı'nın (Hâkim'in) verdiği kararın bozulması ve muhâkemenin iadesi için; çok ciddi delillere ihtiyaç vardır. İctihad'a dayanan hususlarda; mahkemenin kararına itiraz edilemez.

1885- Günümüzde; suçun mâhiyeti ve işleniş şekli ne olursa olsun, lâik kanunlara dayanan mahkemeler, ferde "Hapis Cezası" vermektedirler. Her ne kadar; işlenen suçun durumuna göre hapis süresi farklılaşsa da, cezânın mahiyeti aynıdır. Farklı suçlara; aynı mâhiyette cezaların verilmesi ve bunların birarada tutulması; yeni yeni "Çete"leri ortaya çıkarmaktadır.(259) Ayrıca uzun yıllarını cezâevinde geçiren bir insanın; ruhi dengesinin darma-dağın olduğu da, bilinmektedir. İslâm fıkhında suçun farklılaşması, cezanın mâhiyetini değiştirir. Adam öldüren bir kimse ile hırsızlık yapan bir kimse, aynı cezaya çarptırılamaz!.. Şimdi İslâm fıkhında "Hapis Cezâsı" var mıdır? sualine cevap arayılım.

1886- Câhiliyye döneminde; Mekke'de hapis cezası yaygındı. İslâmi tebliğ başlayınca mürşiklerin, yeni müslüman olanların bazılarını, hapse attıkları bilinmektedir.(260) Resûl-i Ekrem (sav) Medine'ye hicret ettikten sonra, Mekke'li müşrikler tarafından hapse atılan bazı müslümanları kurtarması için Hz. Velid b. Mugire (ra)'yi câsus olarak göndermiştir. Hz. Velid b. Mugire (ra) Mekke'de elleri ve ayakları bağlı olarak hapsedilmiş iki müslümanı, bağlarını çözerek kurtarmıştır.(261)

1887- Kur'ân-ı Kerîm'de: "Hz. Yusuf (as)'un" kıssası beyan edilirken, onun hapishânedeki ilişkilerinden bilgiler verilir.(262) Yine mûteber tefsirlerde Nemrud'un; Hz. İbrahim (as)'i ateşe atmadan önce hepsettiği kaydedilmiştir. Zinâ edenlerle ilgili olarak gelen ilk Âyet-i Kerîme'de de; hapis cezasından bahsedilmektedir. Şimdi bu hususu kısaca izah edelim; Allahû Teâla (cc) "Kadınlarınızdan fuhşu irtikâp edenlere karşı içinizden dört şâhid getirin. Eğer şehâdet ederlerse, onları (zinâ edenleri) ölüm alıp götürünceye kadar veya Allah onlara bir (ceza) gösterinceye kadar, kendilerini evlerde hapsedin. Sizlerden fûhşu irtikâp edenlerin her ikisini de eziyyete koşun. Eğer tevbe edip, (nefislerini) islâh ederlerse artık onlara eziyyetten vaz geçin"(263) buyurmuştur. Hz. Ubâde b. Sabit (ra)'den rivâyet edildiği göre Resûl-i Ekrem (sav): "-Benden alınız, benden alınız!.. Allahû Teâla (cc) şüphesiz zinâ edenler için bir yol göstermiştir. Bekârın bekârla zinası yüz değnek ve bir sene sürgündür. Evlinin evliyle zinâsı yüz değnek ve recm'dir"(264) buyurmak suretiyle, hapis cezasının ve eziyyet'in nesh edildiğini açıklamıştır. Zinâ edenlerle ilgili olarak Nûr Sûresinde beyan edilen cezalar; bu Âyet-i Kerîme'nin hüküm olarak değiştirildiğinin delilidir.(265) Dolayısıyla zinâ edenlerin; ömür boyu evlerinde hapsedilmesi hükmü kaldırılmıştır.

1888- Resûl-i Ekrem (sav) döneminde hapishâne mevcut değildir. Mescidler ve dehlizler; suç işlediği zan edilen kimselerin tutuklandığı yerlerdir!..(266) Nitekim Resûl-i Ekrem (sav); bir cinâayet suçundan sanık olan Sumame b. Usâle (ra)'yi mescidin duvarına bağlamıştır.(267) Beni Kurayza yahudilerinden esir alınan kimseleri, bir ev içerisinde hapsetmiştir. Hz. Ömer (ra)'in dört bin dinara bir ev satın alarak; orayı hapishâne olarak kullandığı kaynaklarda yer almaktadır. Resûl-i Ekrem (sav) döneminde; elinde imkânı olduğu halde borçlarını ödemeyenlerin tutuklandığı bilinmektedir.(268) İbn-i Abidin: "Özel olarak ilk hapishâne yapan Hz. Ali (ra)'dir. Bu fûkaha'nın: "Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir devrinde hapishâne yoktu" sözüne de münâfi değildir. Çünkü o zaman insanlar mescidde veya bir dehlizde hapsediliyorlardı. Hatta Hz. Ömer (ra) Mekke'de dört bin dirheme bir ev satın aldı ve bunu hapishane olarak kullandı"(269) diyerek, gelişmeleri izah eder. Hz. Ali (ra) önce "Nâfi" adını verdiği, kamıştan bir hapishâne yaptırmış; fakat suçlular kaçtığı için, daha muhkem olarak "Mehis" cezâevini inşâ ettirmiştir. İbn-i Münzir "Borçlarından (Ödemediği için) kişi hapsedilir. Hz. Ömer b. Abdülaziz (rha) bu görüşe katılmaz ve onun (borçlunun) malının taksim edileceğini ve kendisinin hapsedilmeyeceğini söyler"(270) hükmünü zikreder.

1889- Hanefi fûkahası: "Bir zengin; karısına mehrini veya nafakasını vermezse, bu sebeble (vermesi için) hapsedilir"(271) hükmünde ittifak etmiştir. İslâm fıkhında hapis; başlı-başına bir cezâ değil, hakların iâdesi için bir vâsıtadır. İmkânı olduğu halde; başkasına aid bir hakkı ödemeyen kimse, bu sebeble tutuklanır. İçerde kalma süresi; imkânının olup olmadığını tesbit etmekle sınırlıdır. Fûkaha; bu sürenin; bir aydan, altı aya kadar olabileceği hususunda farklı rivayetlerde bulunmuştur. Essah olan kavle göre; şahısların durumuna vâkıf olan kadı'nın (Hâkim'in) süreyi tâyin etmesidir.(272) Zira borcunu; ancak kazanç elde ederek ödeyebilir. Bunun hapishane'de gerçekleşmesi ise; mümkün değildir.(273) Şurası da unutulmamalıdır ki; bir kimsenin borcundan dolayı hapsedilmesi, alacaklı durumunda olan müslümanların talebine dayanan bir hâdisedir. Alacak ve borç hususunda mü'minlerin nasıl hareket etmeleri gerektiği hususunda daha önce kısaca durmuştuk!..(274) Bilindiği gibi zekât verilecek sınıflardan birisi de; borçlulardır!.. Hatta Fûkaha'dan bazıları; borçluya zekât verilmesinin; fakir ve miskine verilmesinden daha evlâ olduğuna hükmetmişlerdir. Resûl-i Ekrem (sav)'in döneminde, Hz. Ali (ra)'nin hilâfetine kadar; İslâm toplumunda hapishâne ihtiyacının olmaması da, önemli bir hadisedir.

1890- Feteva-ı Hindiyye'de Hapis Çeşitleri" şu şekilde izah edilmiştir.

Birincisi: Borç yüzünden; alacaklının mürâcaatı ve isbatı sonucu ortaya çıkan hapis!..Borçlunun; aile çevresi veya dostları borcunu ödeyebilecekleri gibi, alacaklı müddet vererek tutukluluğunu ortadan kaldırabilir. Kefil de; geçerlidir.
İkincisi: Allahû Teâla (cc)'nın hukukuna taallûk eden hudud cezaları için tutuklama!.. "Ukûbat'lar" bahsinde; bu cezaların mâhiyeti ve uygulanma şekli üzerinde durmuştuk!.. Bunun belli bir süresi yoktur; ancak kısa zamanda sonuçlandırılması şarttır. Zira şüphe sanığın lehinedir.
Üçüncüsü: Hem Allahû Teâla (cc)'nın hem kulun hukukuyla ilgili olarak tutuklama!.. Hadd-i Kazf, cinâyet vs..(275)

Dikkat edilirse bunların hiçbirisi; belli bir süre ile sınırlı değildir. Dolayısıyla İslâm fıkhında; insan için asıl olan hürriyettir. Zira ruhlar aleminde gerçekleşen Mîsak sonucu insanın elde ettiği nimetlerden birisi budur!.. İmam-ı Muhammed (rha) "Herhangi bir sebeble tutuklanmış müslümanın; karısının belirli süreler içerisinde yanına girmesine müsaade edilmesi gerektiğini" beyan eder!.. Suçlu kimse; tahkir edilmediği gibi, herhangi bir eziyyet (Dövme, dille tecavüz vs.) yapmak da câiz değildir. Zira İslâm dini; suçun cezâsını tayin etmiştir. Ek bir cezâ vermek zulümdür.

1891- Hz. Ömer (ra)'in "mü'minin sırtı yasak bölgedir. Yâni ona vurulmaz, kötülük edilmez" buyurduğu bilinmektedir. İmam-ı Yusuf (rha): "Hz. Ömer (ra) kendinden vaki olan bir zellesinden dolayı bir adamı dövdü. Adam Hz. Ömer'e: "-Şüphesiz ben şu iki adamdan birisi olmalı değil miydim? Bir adam bilmeyerek hata edince kendisine bilmediği husus öğretilir. Diğeri de hata etmiştir, afv edilir" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) adama: "-Doğru söyledin, benim de öyle yapmam gerekirdi. O halde kalk sen de benden hakkını al" diyerek özür diler."(276) Te'dib ve ta'zir için; şer'i bir hükmü uygulayan kimse dahi; mü'minlerin hassas bölgelerine vuramaz. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "Sizden biriniz dövdüğünde (Te'dib için) yüze vurmaktan sakınsın"(277) emrini vermiştir. Hadd cezâlarında dahi; göğüse, karına, başa, tenâsül uzuvlarına ve yüzüne kamçı vurulmaz.(278) Dolayısıyla gardiyanların; meşrû bir sebeb yokken, sırf suç işlediği gerekçesiyle tutukluları dövmeleri câiz değildir. İnsanların haksız yere dövülmeleri ve eziyete tâbi tutulmaları; büyük bir zulümdür. Kazâ işleriyle meşgul olan kimse (Kadı); cezâevlerinde meydana gelen her türlü zulmün, manevi mes'ûliyetine ortaktır. Çünkü haddlerin icrâ edilmesi ve hükümlerin uygulanmasından mes'ûl olan kendisidir. Gerektiği halde; icrâ kuvvetlerinden, yardım talebinde bulunur.

HAKEM TAYİN ETMENİN HÜKMÜ
(TAHKİM)

1892- Davacı ve davalı; hususi bir şekilde, kazâi selâhiyete hâiz olmayan bir ûlema'ya mürâcaat ederek, ihtilâflarını ortadan kaldırmak üzere hakem tâyin edebilirler.(279) Hakem tayin etmenin meşruiyyeti kitap, sünnet ve icmâ ile sâbittir. İmam-ı Merginani: "Taraflar; hakem seçtikleri kimsenin hükmüne râzı oldukları zaman tahkim câiz olur. Zira her ikisinin de (Davacı ve davalının) kendi nefisleri üzerine velâyet hakları vardır"(280) hükmünü zikreder. Dolayısıyla İslâm fıkhı'nın; yeryüzünün her tarafında uygulanması mümkündür. Yeter ki insanlar; hevâ ve heveslerine uyup, tağut'un huzurunda muhâkeme olma arzusu belirtmesinler. İmam-ı Münzir: "Kadı olmayan bir kimse tarafından verilen karar da geçerlidir. Eğer bu, onun hüküm vermesi câiz olan hususlardan ise!"(281) hükmünde, icmâ hâsıl olduğunu beyan etmektedir. Hakem; hudud davaları ve kısas gibi konularda hüküm veremez. Bunun dışında Hakem'in hükmü; tıpkı Kadı'nın hükmü gibidir. Hakem seçen şahıslar; hüküm verilmeden önce, bu işten vazgeçebilirler. Ancak hüküm verildiği an; her iki tarafı da, kat'i olarak bağlar, hüküm geçerlidir.(282) Mecelle'de: "Hukuku Nâs'da (İnsan haklarına müteâllik mal davalarında) tahkim câizdir"(283) hükmü kayıtlıdır. Esasen Hakem; müdâfaa ve murafaa hususunda tıpkı kadı'nın riâyet ettiği şartlara riâyet etmek mecburiyetindedir. Kadı'da (Hakim'de) aranan her vasıf; hakem'de de aranır. Hukuk davalarında kadınların şehâdetleri kabul edildiği için; iki kadın kendi arasındaki ihtilâfta, bir başka kadını hakem tâyin edebilir.(284)

1893- İslâm toplumunda "Hakem" tâyin ederek ihtilâfları çözme hakkı sadece müslümanlara tanınmış bir hak değildir. Zimmet ehli iki vatandaş; kendi dinlerinden birisini hakem seçerek, hükmüne râzı olabilirler.(285) İslâm devleti; yargı hakkını bahane ederek, buna müdâhele edemez. Yahudiler kendi aralarında "Tevrat'ın" hükmünü; Hristiyanlar da "İncil'in" hükmünü, uygulayabilirler. Ancak cezâ hukukunda muhtariyet sözkonusu değildir.

1894- Kur'ân-ı Kerîm'de "Yahudiler'le" ilgili olarak nâzil olan bir Âyet-i Kerîme'de "Alabildiğine yalanı dinleyenler, haram yiyenlerdir onlar. Eğer sana gelirlerse ister aralarında hükmet, ister onlardan yüz çevir. Şâyed kendilerinden yüz çevirirsen, sana hiçbir şeyle zarar veremezler. Eğer aralarında hükmedersen adâletle hükmet. Çünkü Allah Adâlet sâhiplerini sever"(286) hükmü beyan buyurulmuştur. Dolayasıyla zimmiler; İslâm mahkemesine bir dava getirirlerse, kadı (hakim) muhayyerdir. İsterse davaya bakmayı kabul eder, dilerse reddeder. Ancak ihtilâf halinde olan kimselerden birisi müslüman, diğeri zimmi ise kadı (hakim) muhayyer değildir. Zira Resûl-i Ekrem (sav) bir müslüman ile bir yahudi arasındaki arâzi ihtilâfını hükme bağlamıştır.(287) Hz . Ali (ra) Mısır Valisi ve Kadısı Muhammed b. Ebû Bekir (ra)'e gönderdiği bir mektupta: "Taraflardan birisi müslüman, diğeri Hristiyan olan bir dava sana gelirse, müslümana İslâm fıkhını, Hristiyana da kendi kânunlarını uygula"(288) emrini vermiştir. Dikkat edilirse İslâm fıkhı; sulh şartlarına uyma hususunda titizliği emretmektedir. İslâm devleti içinde yaşıyan gayr-i müslimlere; kendi aralarındaki hukuk davalarını, inançlarına göre çözme hakkının tanınması büyük bir hadisedir. Günümüzde; insanların inançlarına hürmet edilmediği gibi; düşünce ve inançlarını açıklayan kimseler hapishanelerde çürütülmektedir. Resûl-i Ekrem (sav); Necrân Hristiyanlarına dini ve hukuki sahada muhtariyet verdiği muteber kaynaklarda kayıtlıdır. Fakat kendi aralarındaki ihtilâfları çözemedikleri için Resûlullah (sav)'a mürâcaat ederek "Aramızda ihtilâfa düştüğümüz konularda hüküm verecek bir kadı istiyoruz" demişlerdir. Bunun üzerine Peygamberimiz efendimiz (sav) Ebû Ubeyde b. Cerrah'ı (ra) görevlendirmiştir.(289)

1895- Bir müslüman; kendilerinden müsaade alarak gayr-i müslimlerin ülkesine gitse orada borç alsa veya onların mallarını gasb etse, yahud da gayr-i müslimler bu müslümanın malını gasb etseler, daha sonra Darû'l İslâm'a dönüp Kazâ makamına mürâcaat etse, davası dinlenilemez.(290) Çünkü Darû'l Harp'te Ulû'lemr'in velâyeti yoktur. Hukuk davası da olsa, bakılamaz. Ancak müs'temen (emanlı) bir mü'minin; ahdine uyması, velev ki gayr-i müslim bile olsa hiç kimsenin hukukuna tecâvüz etmemesi şarttır. Zira müslümanlar âdil ve emin olmak mecburiyetindedirler.

  ANASAYFA
b a
MEVZULAR
 • Takdim ve Önsöz
 • Genel Bilgiler
 • Tevhid ve Sıfat İlmi
 • Temizlik Bahsi
 • Namaz Bahsi
 • Cihad Bahsi
 • Oruç Bahsi
 • Zekât Bahsi
 • Hac ve Kurban Bahsi
 • Nikah Bahsi
 • Had ve Hudud Bahsi
 • Rızık-Kazanç Bahsi
 • Adâbı Muaşeret Bahsi
 • Adâlet Bahsi
 • Miras Hukuku Bahsi
 • Çeşitli Meseleler
 • Mevzuların Tam Listesi
 
 • ANASAYFA
MURABIT