EMANET ve EHLİYET - İSLÂM İLMİHÂLİ

VEKÂLET'İN ÖNEMİ VE MÂHİYETİ - TASARRUFTAN MEN ETME (HACR) - İKRAH
MÜSABAKALAR VE GÜNLÜK HAYAT

VEKÂLET'İN ÖNEMİ VE MÂHİYETİ

2047- Vekâlet; lûgat yönünden muhafaza etmek, korumak manasınadır. Allahû Teâla (cc)'nın güzel isimlerinden birisi olan "Vekil" de; bu mâhiyettedir. Bu sebeble: "- Seni malıma vekil ettim" diyen kimse hakkında biz; "- Ancak o kimse, muhafaza etmeye mâlik olur" deriz. Ba'zıları: "Vekâletin tertibi; tefviz ve i'timâd manasına delâlet eder" demişlerdir. Tevekkül de; bu mâhiyettedir. Nitekim: "Allah (cc)'a tevekkül ettik" denir. Yani "Biz işlerimizi Allahû Teâla (cc)'ya tefviz ve teslim eyledik" manasınadır. Tefviz; bir işin idâresini birine vermek veya işleri birine ısmarlamaktır. Bu sebeble; tevkil (Vekil kılma); lugat yönünden, işi başkasına tevfiz etmek, ısmarlamak demektir.(180) İslâmi ıstılâhta: "Bir kimsenin, başka bir kimseyi; kendi yerine koymasına ve tasarruflarını belirlemesine vekâlet denilir"(181) tarifi esas alınmıştır. Resûl-i Ekrem (sav)'in alış-veriş işlerinde Hz. Hizâm (ra)'ı vekil tâyin ettiği bilinmektedir.(182) Daha önce Hz. Ali (ra)'nin; davalarını tâkip etmesi için, kardeşi Akil b. Ebi Talib (ra)'i vekil tâyin ettiğini zikretmiştik!.. Hanefi fûkahası: "Bir kimsenin; kendisinin akid yapması câiz olan her hususta, bir başkasını vekil tâyin etmesi sahihtir. Çünkü insan; bazı hallerde, kendisi bizzat yapma gücüne hâiz olmayabilir. Bu gibi durumlarda; ehil olan bir kimseyi, vekil tâyin ederek ihtiyacını giderir"(183) hükmünde ittifak etmiştir. İbn-i Münzir: "İlim sahiplerinden ileri gelenlerin hepsinin icmâ'ına göre: mahkemeye gidemeyecek durumda olan hasta ile şehirde bulunmayan kimse, haklarını talep edecek ve kendileri adına konuşacak bir vekil tâyin etme yetkisine sahiptirler"(184) hükmünü zikreder.

2048- Vekâletin rüknü; kendisi ile vekâletin sabit olabildiği hususi sözlerdir. "- Seni, şu malı satman için vekil tâyin ettim" demek gibi!.. İstihsânen vekilin; vekâleti kabul etmesi, sıhhatinin şartlarından değildir. Fakat vekâleti kabul etmediğini açıkça söylerse, o vekâlet reddedilmiş sayılır. Şâyet; "İstersen vekilim olmayı kabul et ve şu malımı sat" der, muhâtabı olan kimse susar ve satışı yaparsa caiz olur. Fakat "Hayır!.. Kabul etmem derse" bâtıl olur. Serahsi'nin Muhıyt'inde de böyledir.(185)

2049- Resûl-i Ekrem (sav)'in döneminde "Vekâlet" daha ziyâde; alış-veriş işlerinde yaygındır. Haklarını savunmada güçlük çeken kimseler; Kadı (Hâkim) huzurunda, vekilleri tarafından temsil edilmektedirler. Günümüzde de; en çok ticari işlerde ve "Avukat" adı altında mahkemelerde, vekillere rastlanmaktadır. Sonuç olarak; insanların ihtiyaçlarında fazla bir değişiklik sözkonusu değildir. Vekâlet'in hükmü; vekilin, kendisini tâyin eden kimsenin (Müvekkilin) yerine geçmesi ve onun adına tasarrufta bulunmasıdır. Vekil tâyin eden kimsenin koyduğu şartlara aynen riâyet gerekir. Sarih bir izni olmadığı müddetçe vekil; bir başkasını vekil tâyin edemez.(186) Vekâletin sıfatı'na gelince; vekâlet câiz olan akidlerden (Sözleşmelerden) ibarettir. Vekil müvekkilini, müvekkil de vekili istediği an azledebilir. Belli bir süre ile sınırlandırılması mecburiyeti yoktur.(187) Vekil; yapacağı veya yaptığı iş karşılığında müvekkilden ücret talebinde bulunabilir. Bu gibi hallerde vekil; ecir (ücretli) durumuna geçer.(188) Herhangi bir ücret tâyin olunmamışsa vekil'e; ecr-i misli (Ehl-i vukuf'un tayin edeceği ortalama ücret) ödenir. Müvekkilin ölümü halinde; vekâletten azil kendiliğinden gerçekleşir.(189) Müvekkilin veya vekil'in; cinnet getirmesi veya akli dengesini kaybetmesi durumunda, aralarındaki akid (Sözleşme) sona erer. Nitekim Mecelle'de: "Müvekkilin yahud vekilin tecennüm etmesiyle (cinnet getirmesi ve delirmesiyle) vekâlet bâtıl olur"(190) hükmü kayıtlıdır. Esâsen bu gibi durumlar ferdi; tasarruftan alıkoyan ve velisinin yardımını gerektiren hallerdir. Fıkıhta bu hâle "Hacr" denilmiştir. Şimdi kısaca bu meseleyi izaha gayret edelim.

FERD; HANGİ HALLERDE TASARRUFTAN MEN EDİLİR? (HACR)

2050- Hür, akıl-baliğ ve ehliyet arızası bulunmayan bir kimse; malını dilediği gibi sarfedebilir. Mülkiyeti kullanma hakkı; diğer insanlara (kat'i olarak) zarar verdiği sâbit olmadığı müddetçe, sınırlandırılamaz. Fakat ferd; bâzı hallerde tasarruftan menedilir. Şimdi "Hacr (veya hıcr)" nedir? sualine cevap arıyalım. Hacr; lûgat yönünden mutlak manada alıkoymak ve men etmek manasına gelir. İslâmi ıstılâhta: "Bir kimseyi, bazı sebeblerden dolayı sözlü (Şifâhi) tasarruftan men etmeye hacr denilir" (191) târifi esas alınmıştır. Genel olarak ferdi; tasarruftan alıkoyan sebebler, üç kısımda izâh edilmiştir. Bunlar: Küçüklük (Sabi'lik), Kölelik ve cinnet getirmektir.(192) Hacr altına alınmış kimseye "Mahcur" denilir. Sebebler ortadan kalktığı zaman Kadı (hâkim) haklarını iâde eder. Bu durumda kendisine me'zûn (İzin verilmiş) denilir.

2051- Kur'ân-ı Kerîm'de: "Yetimleri nikâh (çağın)a erdikleri zamana kadar (gözetip) deneyin. O vakit kendilerinde bir akıl ve salah gördünüz mü mallarını onlara teslim edin. Büyüyecekler (de ellerine alacaklar) diye bunları tez elden yemeyin. (Velilerden) Kim zengin ise (yetimin malını yemeye tenezzül etmesin) kaçınsın. Kim de fakir ise; o halde örfe göre (bir şey) yesin. Artık onların malını teslim ettiğiniz vakit, karşılarında şâhid bulundurun. Tam bir hesab sorucu olmak bakımından ise Allah yeter"(193) hükmü beyan buyurulmuştur. Ayette; nikâh çağına varıncaya kadar yetimlerin denenmesi emredilmektedir. Belli bir yaş beyan edilmemiş; rüşde ermek şart koşulmuştur. O döneme kadar; mallarının tasarrufunun; velilerine âit olacağı da hassaten zikredilmiştir. Bu bir anlamda; küçük çocuğun, malı hususunda tasarruf hakkının bulunmadığının delilidir. İbn-i Abbas (ra) ve Said İbn-i Cübeyr (ra)'e göre; "Dinini ve malını muhafaza edecek güce gelen kimse, rüşde ermiş sayılır". Bazılarına göre ise; fuhşiyattan ve israftan kaçınan kimse, rüşde ermiştir. Esâsen "Akıl ve salah'ın" birarada zikredilmesi; hacr halinin kaldırılması hususunda Kadı'nın (Hâkim'in) içtihadına ihtiyaç belirtmektedir. Hz. Aişe (ranha) vâlidemizden rivâyet edildiğine göre Resûl-i Ekrem (sav) "Üç kişiden kalem kaldırılmıştır: Uyuyan kimse uyanıncaya kadar, küçük çocuk büyüyünceye (buluğa erinceye) kadar, deli akıllanıncaya yahud şifa buluncaya kadar"(194) buyurmuştur. Bunlardan kalemin kaldırılması; tasarruf haklarının bulunmamasıyla ilgilidir. Çünkü bu haller "Ehliyet noksanlığı ve arızasını" beraberinde getirir. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Her talak (boşama) câizdir. Sadece küçük çocuğun (Sabi'nin) ve mecnunun (Cinnet getirmiş, bunamış kimsenin) talakı câiz değildir, vâki olmaz"(195) buyurduğu bilinmektedir. Zira bunların; şehvet duyguları ya yoktur veya mâhiyet değiştirmiştir. Nikâh nimetinin kadr-û kıymetini kavrayamazlar. Dolayısıyla sözlü tasarruftan men edilerek (Hacr konarak); ehliyetin yerine gelmesi beklenir. Bilindiği gibi "Kölelik Hâli"; mükteseb ehliyet arızalarından birisidir. İslâm'a karşı savaşma sonucu ortaya çıkmıştır. Bir insan; ruhlar aleminde gerçekleşen mîsakı reddederek müslümanlara karşı fiilen savaşırsa "Köle Hukuku" gündeme girer. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Köle ve mukâteb herhangi bir şeye mâlik olamaz, ancak talaka (Boşamaya) yetkilidirler"(196) buyurduğu bilinmektedir. Çünkü köle de olsa; nikâh nimetinin kadrini bildiği için, ehil sayılır. Diğer tasarrufları ise; efendisinin iznine tâbidir. Me'zun (İzinli) kölenin, tasarruf hakları, kendine iâde olunur. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha); bir kimse rüşde ersin-ermesin, yirmibeş yaşına kadar beklenir. Yirmibeş yaşından sonra malı kendisine teslim edilir. Çünkü: "Yetimlere mallarını verin, temizi pis olanla değiştirmeyin, mallarınızı onların mallarına katarak (helâl, temiz malınızı kirletip) yemeyin. Çünkü bu büyük bir günahtır"(197) Âyet-i Kerîme'si tahsis belirtmemiş, yetimin malının mutlaka kendisine teslimini şart koşmuştur. Diğer Âyet-i Kerîme ise; malın teslimini rüşde ermekle sınırlandırmıştır. Eğer yetim evlenecek yaşa geldiği halde; temyiz gücüne kavuşmazsa beklenebilir. Ancak bu bekleme süresi yirmi beş yaşını aşamaz. Nitekim Hz. Ömer (ra)'den de; yirmibeş yaşına geldiğinde kendisine teslim edileceğine dâir rivâyet vardır.(198)

2052- Çocukluk, kölelik ve cinnet getirmek (Delirmek) dışında; bazı hallerde, Kadı'nın (Hâkim'in) muayyen şahıslar hakkında "Mahcuriyet" kararı verme hakkı vardır. Bazı kimselerin; zararı bütün ümmete dokunan fiillerinden dolayı, hacr edilmeleri câizdir.(199) Meselâ: Yeterli bilgiye sahip olmadıkları halde; doktorluk yapan ve verdikleri ilâçlarla, insanların ölümüne sebeb olan kimseleri tasarruftan menetmek şarttır. Zira insanların "Can emniyetini" muhâfaza etmek esastır. Yine büyücülük, muskacılık, cinlerle temas ve sihir gibi işlerle meşgul olan kimseler tasarruftan menedilirler. Din âlimi geçinen ve insanlara hileli yollar öğreten "Mâcin Müfti'nin" tasarruftan men edilmesi; "Din Emniyeti'nin" sağlanması için zarûri olur. İflâs ettiği halde; insanlardan bunu gizleyip, sürekli borçlanmak sûretiyle hileli yollara sapan tüccarın men edilmesi; "Mal Emniyetini" korumak noktasından elzemdir. Ancak bu çeşit "Hacr"ın; mâhiyeti farklıdır. Nitekim İmam-ı Kasani; "Bununla murad, hacrin hakikati değildir. Tasarrufun geçerli olmasını meneden şer'i hükümdür. Görülmez mi ki; mâcin müfti, eğer fetvâdan menedildikten sonra, fetva verse ve isâbet etse caiz olur. Şâyet mahcuriyetinden önce fetva verip hata etse, câiz olmaz. Kezâ bilgisiz doktor; menedildikten sonra ilâç satsa, fakat isâbetli olsa, satışı geçerli olur" hükmünü zikreder. Esasen kat'i mahcuriyet sebeblerinin dışındaki haller; doğrudan doğruya, ümmetin uğrayabileceği zararlara karşı Kadı'nın (Hâkim'in) tedbir almasıdır. Nitekim bir kadı (Hâkim) muayyen bir şahıs hakkında mahcuriyet kararı verse; aynı şahıs bu kararı, diğer bir Kadı'ya müracaat ederek kaldırılmasını talep edebilir. Eğer müracaat edilen kadı (Hâkim); mahcuriyet kararını kaldırırsa, bu câizdir. Çünkü ictihadların farklılaşması mümkündür ve sahihtir.(200) Fakat muayyen bir şahıs hakkında "Mahcuriyet" kararı verildiği zaman; kendisine izin verilinceye kadar, aynı mesleği icrâ etmesi mümkün değildir. Mutlaka Kadı'nın (Hâkim'in) hükmü gerekir. Fûkaha; malını har vurup, harman savuran sefih kimseler başta olmak üzere; kimlerin hangi sebeblerle "Mahcuriyetine" karar verileceğinin üzerinde hassaten durmuştur. Mahcuriyet kararının verilmesinden önce ferdin uyarılmasının vâcip olduğunda ittifak vardır. Bunun sebebi şudur: tasarruftan men etmek, insanın bazı haklarına el koymak manasına gelir. Bu sebeble; ağır bir cezâ hükmündedir. Zarûri olmadığı müddetçe bu yola gidilmez. İkâz (Emr-i bi'l maruf) sonucu; hatalı yoldan dönme ve mahcuriyete muhatab olmama imkanı doğar. Sebeb yokken; insanın haklarına engel olmak, zûlümdür ve haramdır.

İKRAH'IN TARİFİ VE MÂHİYETİ

2053- İkrah; lûgatta bir kimseyi istemediği bir sözü söylemeye veya bir işi yapmaya zorlamaktır. İslâmi ıstılâhta: "Bir kimseyi; tehdit ederek (icbarla) râzı olmadığı bir sözü söylemeye veya bir işi yapmaya, haksız yere sevk etmektir. Tehdit edilen kimseye "Mükreh" denilir.(201) İcbar etmek (Mecbur bırakmak) manasına gelen "Cebr" aynı mâhiyettedir. Cebrin karşılığı (zıddı) "İhtiyâr" meselesi farklıdır. İkrah bazı hallerde; ihtiyarı ifsad eder, bazı hallerde ise; ferdin "İki şerden birisini seçmesi" sözkonusu olduğundan, ihtiyâr mevcuttur.(202) Şöyle ki; ikrah altında olan kimsenin, ölüm tehlikesi veya bir uzvunun koparılması sözkonusu olursa "İkrah-ı Mülci" gündeme girer. Bu halde; hem rızâ, hem ihtiyâr ortadan kalkar. Ancak hapis etmek, dövmek veya bağlamak gibi durumlarda (Ölüm tehlikesi ve uzvun koparılması sözkonusu olmadığı sabit ise) "İkrah-ı Gayri mülci'den" sözedilebilir. Bu halde ferdin rızası yoktur, ancak ihtiyârı mevcuttur.

2054- Kur'ân-ı Kerîm'de: "Mü'minler, mü'minleri bırakıp da, kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa (Ona) Allah'dan hiç bir şey (Yardım) yoktur. Meğer ki onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olasınız. Allah size (asıl) kendinden korkmanızı emrediyor. Nihayet gidiş de ancak Allah'adır"(203) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirler bu Âyet-i Kerîme'nin nüzûlünü farklı hâdiselere bağlamışlardır. Ancak mâhiyet ve getirdiği hüküm noktasından ittifak vardır. İbn-i Abbas (ra) "Meğer ki, onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olasınız" hükmünün tefsirinde: "Bu, kalbi iman ile dopdolu olduğu halde, diliyle küfür kelimesini söyleyip, işkence ve ölümden kurtulmuş olmasıdır. Böyle yapan kimse hem hayatını kurtarır, hem o anda günahı kaldırıldığı için mes'ûl olmaz"(204) diyerek, "İkrah-ı Mülci" anındaki duruma işâret eder. İbn-i Kesir: "Bazı yer ve zamanlarda kâfirlerin (şerrinden) korkanlar; niyyet ve kalblerinden değil de, dış görünüş itibariyle kendilerini koruyacak şekilde davranabilirler"(205) buyurur. İmam Ebû Bekir El Cessas: "Hayatınızın veya bazı uzuvlarınızın imhâ edilmesinden korkmanız halinde; kalbiniz imanla dolu olduğu halde, onlara dost görünmeniz müstesnâ'dır"(206) hükmünü zikreder. Hanefi fûkahası: "Ölüm tehlikesi ve uzvun koparılması sözkonusu olursa; diliyle küfür kelimesini izhar etmesinde günah yoktur. Çünkü Hz. Ammar bin Yasir (ra) ikrah-ı mülci ile mübtelâ olduğu zaman Resûl-i Ekrem (sav): "- (Küfür kelimesini söylerken) Kalbini nasıl buldun ya Ammar?" sualini sormuştur. Hz. Ammar b. Yasir (ra): "- İman ile mutmain olarak ya Resûlallah" cevabını verir. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav): "Eğer yine aynı işkenceyi yaparlarsa, sen de aynısını yap (ve kurtul)" buyurmuştur. Allahû Teâla (cc)'nın şu hükmü, bunun üzerine inzâl buyurulmuştur: "Kalbi iman üzere (sâbit ve bununla) mutmâin (ve müsterih) olduğu halde (Cebr-ü) ikrâha uğratılanlar müstesnâ olmak üzere, kim imanından sonra Allah'ı tanımaz, fakat küfre sine (i kabûl) açarsa, işte Allah'ın gazabı o gibilerin başınadır. Onların hakkı en büyük azabtır" (En Nahl Sûresi: 106) Çünkü ikrâh altında iken (dil ile küfür kelimesini) söylemek, imanın zail olmasına sebeb teşkil etmez. Zira kalben tasdik mevcuttur. O şartlarda dahi; kelime-i küfrü söylemekten ve kâfirlerin dediklerini yapmamaktan kaçınmak, ölümü göze almakla mümkündür. Bu sebeble ikrah altında (Kelime-i küfrü söylemek) câiz olur. Denildi ki; sabreder; küfür kelimesini söylemez ve bu sebeble katledilirse, büyük sevab kazanır. Zira Hz. Habib (ra) küfür kelimesini, bütün işkenceye rağmen söylemedi ve onu idâm ettiler. Resûl-i Ekrem (sav) Hz. Habib'e "Seyyid-i Şühedâ" ismini verdi ve buyurdu ki: "- O cennette benim arkadaşımdır". Çünkü o halde (İkrah-ı Mülci anında) dâhi küfür kelimesini söylemenin haramlığı bâkidir. İslâmı aziz kılmak için; kafirlerin dediklerini yerine getirmekten imtinâ etmek azimettir. Kelime-i küfrü söyleyip kurtulmak ise farklıdır. Çünkü o halde iken (İkrah-ı Mülci halinde) sadece günahı kaldırılmıştır"(207) hükmünde müttefiktir.

2055- İkrah'ın (Tehdit'in) sâbit olabilmesi için bazı şartlar vardır. Aksi takdirde ikrah sahih olmaz. Birincisi: Tehdit eden kimsenin (ister devlet, ister ferd olsun); tehdit ettiği şeyi hakikaten yapabilecek kudrette olması gerekir. Bu "İmameyn'in kavlidir. İmam-ı Azâm Ebû Hanife (rha) "Zorlama ancak sultandan (Devlet'ten) tahakkuk edebilir" buyurmuştur. Çünkü kudret; asker olmadan sağlanamaz. Asker ise devlete bağlıdır. Fûkaha: "- Bu ihtilâfın kaynağı delile değil, zamana dayanır. İmam-ı Azam (rha)'ın zamanında, devlet'ten başka hiçbir güç, tehdit ettiği şeyi yapabilecek kudrette değildir. İmameyn'in (rha) zamanında ise; fesâd zuhur etmiş ve iş zorbaların eline geçmiştir. Fetvâ İmameyn'in kavli ile verilir." İkincisi: Mükellefin; tehdit eden kimsenin, tehdit ettiği şeyi yapabileceğine inanması ve korkması şarttır. Meselâ: Bir çocuk, şunu yapmazsan seni döverim dese, ikrah olmaz. Çünkü dediğini yapabilme gücü yoktur; mükellefin de, buna inanması ve korkması düşünülemez. Üçüncüsü: Mükellefin; tehdit edildiği konu; ya kendi hakkı, ya kul hukuku veya Allahû Teâla (cc)'nın hakkı olmalıdır. Kendi malını telef etmesi, başkasının hakkını iptal etmesi, şarab içmesi, zinâ etmesi vs. gibi!.. Dördüncüsü: Tehdit eden kimsenin; öldürmeyi veya bir uzvu koparmayı zâhiren ilân etmiş olması gerekir. Yani rızâyı yok eden ve ızdırabı beraberinde getiren bir hal gündeme girmelidir.(208) Ferde; herhangi bir zarar vermeyen zorlamalar; "İkrah" hükmünde değildir. Çünkü ikrah olabilmesi için; rıza'nın kesinlikle ortadan kalkması gerekir. Bu asgari şarttır. Zira insanın "rızâsı ve ihtiyarı" mevcutken; amellerinden mes'ûl olmaması düşünülemez.

MÜSABAKALAR VE GÜNLÜK HAYAT

2056- Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Seni Allahû Teâla (cc)'yı anmaktan alıkoyan her şey kumardır"(209) buyurduğu bilinmektedir. Mü'minler; konuşmaya başlarken veya herhangi bir işi yaparken "Besmele-Hamdele ve Salvale" getirmeyi ihmal etmemelidir. Kur'ân-ı Kerîm'in ilk nâzil olan Âyet-i Kerîme'si: "- Yaratan Rabbinin adıyla (Besmele Çekerek) oku"(210) mealindedir ve emir sıgasıyla inzâl buyurulmuştur. Bu emir sâdece Peygamberimiz Efendimize değil, bütün müminleredir. Çünkü Usûl-i Tefsir'de önemli kaidelerden birisi de: "Sebebin hususi olması, hükmün umûmi olmasına mâni değildir"(211) hükmü ile ifâde edilmiştir. Esâsen Allahû Teâla (cc)'nın adını zikretmeden yapılan her işte, bereketsizlik ortaya çıkar.(212) Mâlum olduğu üzere; haram olan herhangi bir işi yaparken besmele çekilemez. Fukaha; "Haram li aynihi" olan herhangi bir yiyeceği, kasden besmele çekerek yiyen kimsenin küfre gireceğinde ittifak etmiştir. Her işe; Allahû Teâla (cc)'nın adı ile başlama şuuru, "Helâl" ve "Haram" hududlarına riâyeti kolaylaştırır. Zira "besmele" ile başlayamayacağı hiçbir işi yapmama itiyadı zamanla gelişir.

2057- Her an; zikir ve ibâdet içerisinde olan varlıklar meleklerdir. Zira onların fıtratı, bu esasa dayanır. Neşe içerisinde yaşamak, dinlenmek, eğlenmek ve zevklerini tatmin etmek, insanın fıtratı içerisinde mevcut olan duygulardır. Sürekli keder ve üzüntü içerisinde olmak; insanın dünyaya bakışını değiştirir. Mü'min'in neşe ve kederde itidal üzere olması esastır. Resûlullah (sav)'ın: "Allah'ım!.. Kederden ve üzüntüden sana sığınırım"(213) şeklinde duâ buyurduğu bilinmektedir. İslâmi hududlara bağlı kalmak kaydıyla; latife, şaka, mizâh ve nükte yapmak mümkündür. İnsanları güldürmek ve eğlendirmek niyetiyle de olsa; yalan söylemek haramdır. Resûl-i Ekrem (sav): "Etrafındakiler gülsün diye konuşup da, yalan söyleyenlere yazık, çok yazık"(214) buyurmuş ve onların acınacak bir duruma düştüklerini beyan etmiştir. Bilindiği gibi insanların şeref ve haysiyetleri; şer'i hududlarla muhafaza edilmiştir. Latife, şaka ve mizâh niyetiyle de olsa; o hududlara, hiç kimse tecâvüz edemez. Ayrıca işi-gücü latife ve mizâh olan kimse; cemiyet içerisinde güvenini kaybeder. Resûl-i Ekrem (sav)'in zaman zaman lâtife yaptığı; fakat daima doğru söylediği bilinmektedir. Nitekim Tirmizi'nin "Şemâil" isimli eserinde şu hâdise buna misâl olarak verilmektedir. İhtiyar bir kadın Resûl-i Ekrem (sav)'e gelerek: "- Ya Resûlallah!.. Beni cennete koyması için Allahû Teâla (cc)'ya dua buyur" temennisinde bulunur. Bunun üzerine Resûlullah (sav): "- Ey fülân'ın annesi!.. İhtiyar kadın cennete giremez" buyurmuş, kadın da hiç cennete giremeyeceğini zannederek ağlamaya başlamıştır. Kadının bu durumuna şâhid olan Resûl-i Ekrem (sav) sözünün maksadını açıklayarak: "- İhtiyar kadın cennete yaşlı olarak giremeyecek!.. Allah (cc) onu yeniden yaratacak, genç bâkire olarak girecek" buyurdu ve ona şu ayeti okudu: "Hakikat biz onları; yepyeni bir yaratılışla yaratmışızdır; onları bâkire, eşlerine düşkün ve yaşıtları kılmışızdır"(215)

2058- Bilindiği gibi mü'minler'in; yeryüzü müstekbirlerine karşı cihad etmeleri farzdır. Kâfirlerin; islâm topraklarına tecâvüz etmeleri hâlinde bu "Farz-ı Ayn" olan bir ibâdet durumuna gelir. Muhakkak ki cihad; kuvvet ve kudrete dayanan bir hâdisedir. Bu sebeble; mü'minlerin güçlü-kuvvetli olmaları gerekir. Bu noktada karşımıza "Spor ve müsabaka" hâdisesi çıkar. Hz. Ali (ra)'nin çok hızlı koşan birisi olduğu muteber kaynaklarda zikredilmektedir. Resûl-i Ekrem (sav)'in; Hz. Aişe (ranha) vâlidemizle iki defa yarıştığı, ilk koşuda Hz. Aişe'nin, ikinci koşuda da Hz. Peygamberin yarışı önde bitirdiği bilinmektedir.(216) cihad noktasından o dönemde oldukça öneme hâiz bulunan "ok atmak" teşvik edilmiştir. Ok atma ve kılıç kullanma eğitimi yapanlara Resûl-i Ekrem (sav)'in "Haydi atın! Bende sizinle berâberim"(217) diyerek, onları teşvik ettiği sâbittir. Cihadın önemli unsurlarından birisi de; ata iyi binmektir. Peygamberimiz'in at yarışı yaptırdığı ve birinci gelene armağan verdiği rivâyet edilmiştir.(218) Ata iyi binmek, güzel kılıç kullanmak ve okları hedefine isâbet ettirmek; o dönemde, cihad için zarûridir. Bunun dışında Sahabe-i Kiram'a "Yüzme öğrenmelerini ve çocuklarına öğretmelerini" tavsiye buyurmuştur. Bütün bunlar dikkate alındığı zaman; şer'i hududlara (Tesettüre riâyet etmek ve kumara alet etmemek) riâyet etmek şartıyla spor yapmak müstehabtır. Hatta Resûl-i Ekrem (sav)'in; o dönemde hiç kimsenin yenemediği pehlivan Rûkane ile güreş tuttuğu ve onu yendiği bilinmektedir.(219) Câhiliye döneminde; araplar arasında horoz, manda ve tosun gibi hayvanları döğüştürmek yaygın bir adettir. Zevk ve eğlence için; hayvanlara eziyyet etmek Resûl-i Ekrem (sav) tarafından yasaklanmıştır. "Boks Müsabakalarında" da; insanların birbirlerine eziyet etmesi sözkonusudur. Hayvanlara eziyyet etmek yasaklanınca; insanların birbirine eziyyet etmesi, evleviyetle yasaktır. Nitekim Resûlullah (sav); av kasdı olmaksızın, canlı hedefler üzerinde ok tâlimi (Müsabaka) yapılmasını kabul etmemiştir. Zira bu fiilde de; canlılara eziyyet ve haksız tasarruf sözkonusudur. Günümüzde yaygın olan; Futbol, voleybol, tenis ve basketbol gibi müsabakalar Resûl-i Ekrem (sav) ve Sahabe-i Kiram döneminde mevcut değildir. Bunlar genellikle, belli kişiler tarafından oynanan, binlerce kişi tarafından da seyredilen müsabakalardır. Oynayanların spor yaptığı kabul edilebilir; fakat seyredenler için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. (Maalesef başta Spor-toto olmak üzere; bir-çok organizasyonlar, bu spor dallarını kumara alet etmektedirler.)

2059- Satranç, tavla, dama ve ondört taş gibi oyunlar hususunda Fûkaha farklı görüşler ortaya koymuştur. Bunun sebebi; bu oyunların Sahabe zamanında yaygınlık kazanmasıdır. Önce satranç'ı ele alalım: Satranç; Brahman Sissa adında bir hintlinin, Hind Kralı "Balhait'i" eğlendirmek için, o zamanki Hind ordusunun yapısını esas alarak uydurduğu bir oyundur. Sanskrit dilinde dört demek olan "Çatur" sözcüğü ile; kısım anlamına gelen "Anga" sözcüğünü, birleştirerek "Çaturanga" olarak isimlendirmiştir. Bu oyun İran ve çevresinde oynanmaya başlanınca "Çatrang" adı ile anılır bir hale gelmiştir. İslâm orduları İran'ı fethedince "Çatrang" oyunu ilgilerini çekti ve bunu arapçada "Satranç" olarak nitelendirdiler. İran'ın Fethi Hz. Ömer (ra)'ın döneminde gerçekleşmişti. Dolayısıyla satranç oyunu Sahabe-i Kiram döneminde bilinmekteydi. Sahabe-i Kiram bu oyunun fıkhi hükmü hususunda ihtilâf etmiştir. İbn-i Abbas (ra) ve Ebû Hureyre (ra) mübahlığı üzerinde durmuş, Hz. Ali (ra) ve diğer bir kısım sahabe de kumar noktasından ele alarak "Haramlığı'na" hükmetmiştir. Hanefi fûkahası "Satranç" üzerinde hassasiyetle durmuştur.(220) Molla Hüsrev "Kimin şâhidliğinin kabul, kimin edilmeyeceğini" tasnif ederken şunları zikreder: "Satrançla kumar oynarsa yahud satrançla oyalanıp namazı terkederse, şâhidliği kabul edilmez. Çünkü bunlardan her biri (Kumar ve namazı terk) aşağılığa delâlet eden büyük günahlardandır. Fakat kumar oynamadan ve namazı terk etmeden; sadece satranç oynamak bize göre mekrûh ise de, İmam-ı Şafii (rha)'ye göre mübah olmakla onda ictihada mesağ vardır."(221) Tavla, dama ve ondört taş için Fûkaha: "- Eğer bunlarla kumar oynanırsa; kumarın nass'la haram kılındığı bilinmektedir. Fakat kumar oynanmazsa; o zaman abesle iştigâldir. Bu noktada da "Mekrûh" olduğu sâbittir" hükmünde müttefiktir. Sonuç olarak; oyunun ismi ve mâhiyeti ne olursa olsun, kumara alet edildiği müddetçe "Haram"dır. Bunun bir "Çay içmek" olmasıyla; büyük meblağlarda olması, arasında fark yoktur. Çünkü kumar; kitap, sünnet ve Sahabe-i Kiram'ın icmaı ile haramdır. Bu hususta hiçbir ihtilâf yoktur. Herhangi bir oyun; namazın zamanında edâsına zarar veriyor veya terkine sebeb oluyorsa, oynanmaması vâcip olur. Çünkü namazın terkine sebeb olması; ma'siyete vesile sayılır. Kumar oynamadan ve namazı terketmeden; herhangi bir oyunun oynanması (Satranç, Tavla, vs..) mekruhtur. Zira (abesle iştigâl ve) zamanı boşa harcamaktır.

2060- Şimdi "Müzik" üzerinde duralım. Maalesef "Müzik ruhun gıdasıdır" sözü herkesin dilinde!.. Bilindiği gibi Müzik; insanların ses ve alet ile icrâ ettikleri mâlum sanatın adıdır. Hanefi fûkahası Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Çalgı aletlerini, kendi arzusuyla dinlemesi insan için ma'siyettir. O çalgı meclisinde oturmak faasıklıktır ve çalgı sesiyle zevklenmek küfrân-ı nimettir" Hadis-i Şerif'ini zâhirini esas alarak, müziğin haram olduğunu beyan etmiştir. İmam-ı Merginani; bir deynek çubuğun, yere ahenkli şekilde vurulmasından çıkan sesin dâhi "Müzik" hükmüne dâhil olduğunu zikreder.(222) İmam-ı Serahsi; kendini dinlendirmek ve yalnızlığını defetmek için (Harama vesile olmamak kaydıyla) câiz olduğunu zikretmiştir. İmam-ı Merginani'ye göre bu da câiz değildir.(223) Sâdece savaşta vurulan kös ve düğünlerde çalınan def müstesnâdır. Resûl-i Ekrem (sav) düğün ve bayramlarda def çalmaya müsaade etmiştir.(224) İbn-i Nüceym: "Mücerred teganni (Mûsiki dinlemek ve söylemek) hususunda ûlema ihtilâf etmiştir. Bazılarına göre bu mutlak haramdır. Şeyhülislâm Hulvani bu görüştedir. Diğer bazılarına göre; usanç ve yalnızlık anlarında sırf bu halden kurtulmak için câizdir. Fakat harama vesile olmaması esastır. Bu da Serahsi'den nakledilmiştir"(225) hükmünü zikrediyor. İmam-ı Şafii (rha) ve İmam-ı Malik (rha)'in düğün merâsimlerinde çalınan mûsikinin hiçbir mahzuru olmadığına hükmettikleri bilinmektedir. İmam-ı Gazali "İhya" isimli meşhûr eserinde; müzik hakkında vârid olan bütün ihtilâfları zikrettikten sonra, müziğin tek bir hükme bağlanamayacağını, durumuna göre "haram, mekrûh, mübah ve müstehab" olabileceğini kaydetmektedir.(226) Bu konuya; ayrı bir bölüm tahsis etmiştir. Zâhiriye mezhebi (ve semâ'yı esas alan bâzı tarikâtlar) ise; müziğin her çeşidinin helâl olduğunu esas almış!.. Hem Hanefi, hem Şafii fûkahası, "Müzik icrâ eden kadın olur ve dinleyenler onun sesinden şehevi hislere kapılırlarsa, bu kat'i olarak haramdır" hükmünde müttefiktir. Sözleri ve müziği; İslâmi hükümlerin reddini esas alıyorsa, bunun (Müzikli veya müziksiz) icrâ edilmesinin câiz olmayacağı malûmdur.

2061- Bazı insanlar: "Köpek ulumasını, baykuş ötmesini, evden çıkınca kedi veya köpek görme hadisesini uğursuzluk sebebi" sayarlar. Ayrıca bazı harf ve rakamlar "uğursuz" ilân edilir. Maalesef içinde yaşadığımız cemiyette; hergün bu tip insanlara rastlamak mümkündür. Şimdi bu konu üzerinde duralım. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Gerek yeryüzünde, gerek nefislerinizde vukû bulan hiçbir musibet yoktur ki, onu bizim yaratmamızdan önce, bu kitapta (Levh-i Mahfuzda) yazılı olmasın. Şüphesiz bu Allahû Teâla (cc)'ya göre pek kolaydır"(227) hükmü beyan buyurulmuştur. Büyük veya küçük; meydana gelen veya gelecek olan her hâdise, levh-i mahfuz'da kayıtlıdır.(228) Meydana gelen hiçbir olay; şunun veya bunun uğursuzluğu sebebiyle ortaya çıkmaz. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "İslâm'da teşe'üm (uğursuzluk) yoktur. En hayırlısı tefe'üldür"(229) buyurduğu bilinmektedir. Câhiliye döneminde araplar; vehimlerine ve hayal güçlerine dayanarak, bir-çok olayı uğursuzlukla izâh ederlerdi. Meselâ: Şevval ayında evlenmenin uğursuzluk sebebi olduğuna inanmışlardı. Resûl-i Ekrem (sav), Hz. Aişe (ranha) vâlidemizi Şevval ayında nikâhlayarak bu hurâfeyi darma-dağın etmiştir. Fûkaha "Şirkû'l esbab" (Sebeblerle koşulan şirk) üzerinde hassasiyetle durmuştur. İbn-i Abidin "Haram" olan ilimleri tasnif ederken: "Bir takım çizgi ve noktalardan meydana gelen şekillerle, mâlum kâideler tahtında harfler çıkaran ve bunlardan ileride olacak şeylere delâlet eden cümleler kuran bir ilimdir. (İlm-i Remil) Bunun kat'i haram olduğu mâlumdur"(230) hükmünü zikreder. Hurûfilik ve bahâilik; harfleri ve rakamları (Uğurlu-uğursuz) ayırımına tâbi tutarak, putlaştırmıştır. "Noktavilik" için de aynı şeyler söylenebilir. Mü'minler; teşe'üme (Uğursuzluk saymaya) asla itibar etmezler.

  ANASAYFA
b a
MEVZULAR
 • Takdim ve Önsöz
 • Genel Bilgiler
 • Tevhid ve Sıfat İlmi
 • Temizlik Bahsi
 • Namaz Bahsi
 • Cihad Bahsi
 • Oruç Bahsi
 • Zekât Bahsi
 • Hac ve Kurban Bahsi
 • Nikah Bahsi
 • Had ve Hudud Bahsi
 • Rızık-Kazanç Bahsi
 • Adâbı Muaşeret Bahsi
 • Adâlet Bahsi
 • Miras Hukuku Bahsi
 • Çeşitli Meseleler
 • Mevzuların Tam Listesi
 
 • ANASAYFA
MURABIT