RİBAT DERGİSİNDEN İKTİBAS

Tanışmak İslamî Mes'uliyetleri Birlikte Yüklenmektir

Ramazan TAHA
Sayı: 154 / Ekim 1995

Tanışmak, birlikte bütünleşmektir. Kalbleri birbiri içinde eritmeksizin tanışmak olmaz. Gövdelerin birbirini tanımasına, tanışma demek olmaz", diye başlıyordu bir müslüman muharrir, yazısına...

Tanış olmak, ruh iklimimizin birbirine açılması. Gövdeleriyle Allah'ın arzında cihada yürüyenlerin ilk sancısı... Bilmek, daha soğuk bir kavram... Tanımak daha içten, daha candan bir coşkulu karşılanış... Hayatın tüm çirkefliklerim-, tüm kahpeliklerine müdahale etmek sadece bilmekle durdurulamaz. Ancak kötülüklerin karna iyiliği taşıyacak olan insanlar gönülden tanış olan insanlar olacak. Tanış olanların dünyasına "selam"la girilir. Esenlik dolu bir parolanın muhatabın karşısında yankılanması, Hakk'ın dostlarını belirler. Sohbetse, tanışlar için sıcak bir kucaklaşmaktır. Bu açıdan bilmek, tanışmak değildir. Tanışmak inşirah ruhunu yeşertir insanda. Tanışmak, bir coşkudur sele dönüşen. Tanışmak, rahmetle kaynaşmaktır. Tanışmak, ortak acılan, ortak hüzünleri birlikte yaşamak, birlikte sarıp sarmalamaktır. "Gelin tanış olalım" sözü gönül adamlarının, alp-erenlerin, horasan yiğitlerinin, bir elinde teşbih, bir elinde demir asa taşıyan; insanlığa hakkı, adaleti, insan sevgisini öğreten dervişlerin mirasıdır bize...

Tanışmak, Nebi'nin "ruhlar askerler gibidir" muştusunun birlikteliğe dönüşünün, kesretten vahdete şuurunun billurlaşmasının bir tezahürüdür. Tanışmak, bir sıradanlık değildir. Birlikte yürümek birlikte sahip olmak birlikte mahrum kalmaktır.

Çünkü tanış olanların dünya görüşünde "ben" değil "biz" anlayışı egemendir. "Benim" varolmam bir şev ifade etmez, ancak. "Bizim" varoluşumuz bir şey ifade eder. Bizedir rahmet bizedir Allah'ın yardımı, "Ben" bireyselliktir, ayrılıktır, azaptır. "Biz" cemaattir, birlikteliktir, rahmettir, kaynaşmaktır,"bünyanün mersus" tur. İslam coğrafyasının parçalanmışlığı, müslüman ümmetin birbirini tanımasıyla tahkim edilecek. tamir edilecek.

TANIŞMAK. FİKİR VE EYLEM BİRLİĞİ YAPMAKTIR.
Kesretten vahdete gidişin ilk adımı, tanışmak... Tanışmak, tanımayı beraberinde getirir. Tanışmak, sadece isim, iş ve ülke, memleket bilgisine sahip olmak değildir. Tanışmak, fikir ve eylem birliği yapmaktır, İslam coğrafyalarını işgal eden şeytanlara karşı birlikte yürümek, dayanışma ruhunu birlikte solumaktır. Dahası, birlikte uzun yürüyüşe çıkmaya hüküm giymektir. Yol arkadaşlığı, sınır tanımaz bir güzel arkadaşlıktır. Şimdilerde bütün bir arzda inananlar imanın aydınlığında kat ediyorlar yolları; Bosna'da, Cezayir'de, Keşmir'de... Bu, ümmet bilincinin şahlanışıdır. Bu, İslâm milletlerinin şafak vaktidir. Kavmiyetçilik anlayışlarının ümmet kalıbında eritilmesidir. Ümmet coğrafyalarından yükselen acılar, çığlıklar yeryüzünden silinişimizin bir göstergesi değil, varolduğumuzun, yaşadığımızın bir şahididir.

Kur'an'la tanışanlar, seherlerde tanışanlar, tanıştıracaklardır insanlığı bu güzel dünya ile... Yeryüzünü, şirkten küfürden arındırma görevi onlarındır. Varis-i enbiyadır, varis-i evliyadır, varis-i asfiyadır, varis-i sulehadır, mücahiddir onlar... Arzın kararan yüzünü ağartacaktır onlar... Tanışmak bir güzel halleşmektir.

Tanışmak, hep birlikte mes'uliyet yüklenmektir. Allah'a, çevresine, top yekün topluma ve dünyaya karşı sorumluluklarını yerine getirmektir, tanışmak... Afrika'yı, Somali'yi, Gırnata'yı, Şam'ı, Bağdat'ı, tüm İslam beldelerini ve şehirlerini silme yeniden hazırlamaktır.

Geçenlerde üç Keşmirli müslümanla tanıştık. Müşküllerini paylaşmak istiyorlardı, Türkiye'li kardeşleriyle... Misli Bosna Keşmir, diyor. Duyarsız kardeşlerimiz Keşmir'e. Hind köpekleri İslami değerlerin yükselmesini durdurmak için evlerimizi, atölyelerimizi, fabrikalarımızı yıktılar. Hind köpekleri, insanımızı en ağır işkencelere tabi tutuyorlar. Ümmetin ırzı, namusu payimal ediliyor, bütün gelir kaynakları talan ediliyor, kutsalımız çiğneniyor, küfrediliyor, diyor ve vahşet fotoğrafları gösteriyor. Duyun bizi, acılarımızı, hüzünlerimizi eğer bir gün kavuşursak sevinçlerimizi birlikte yaşayalım diyor. Sevr mağarasında Hz. Ebubekir'in kutlu yürüyüşü Nebi ile birlikte paylaştığı gibi, Hz. Ali'nin Nebi-yi masumun yatağına yatarak ölümü paylaştığı gibi, Medine'li ensarın muhacir kardeşiyle işini, aşını paylaştığı gibi, gelin acılarımızı, sevinçlerimizi paylaşalım, diyor Keşmir'in yiğit evlatları... Bir nicedir misli Bosna'dır Keşmir toprağı, kara zulümlere, gaddarlıklara, zalimliklere maruzdur nice yıllardır diyor, gözyaşlarıyla başı dik müslümanlar. İşte tanışmak Keşmir'le bütünleşmeyi beraberinde getiriyor.

İSLÂM. MÜNKALİBTİR. DEĞİŞTİRENDİR
Tanışmanın yolu evvela, İslam'la tanışmaktan geçiyor. Çünkü islam, münkalibtir, değiştirendir. Kur'an, insanın içine işlerse, canı, ruhu, zihniyeti değişir. Ruhu, zihniyeti değişince insanın dünyaya, eşyaya, insana bakış açısı değişir. Eğer biz, cennet bahçelerinden aldığımız füyûzât-ı rabbani'yi taşıyamıyorsak işimize, taşıyamıyorsak sokağa, çarşıya, cemiyet meydanına, hayatın tümüne henüz kendi kutsalımızla tanışamamışız, bakış açılarımızı değiştirememişiz demektir. Kur'an m temel misyonu insanı değiştirmektir, toplumu değiştirmektir. Yoksa Kelam-ı Kadim'e başka misyonlar mı yükledik de değişmiyoruz, değiştirmeye vesile olamıyoruz?

İslam'ın kitleleşme boyutuna katkıda bulunmak adına ne gibi gayretlerimiz söz konusu? Kur'an'ın el-mahrum, el-bais, el-miskin, el fakir olarak nitelendirdiği, hakları zorla elinden alınan, yoksul bırakılmış kesimlerle ilişkilerimiz ne düzeydedir? Müslüman kisveli zorbalar mıyız, müslüman kisveli karunlar mıyız, hamanlar mıyız? Bu kafa yapısıyla mı biz İslam'ın halkta taban oluşturmasına, halkın İslam'a sahiplenmesine katkıda bulunacağız? Nerede bu davanın Hz. Abdurrahman b. Avfları, Hz. Ebubekir'leri? Hem infak edecek ve hem de cihad edecekleri? Sadece infak edip mesuliyetten kaçanlar değil, sadece infak edip, toplumun İslamlaştırılmasında bizzat rol almayanlar gerçek İslam kimliğini ibraz etmiş olurlar mı? Allah'ın yolu, halkın arasından geçer. Bu yol tıkanmamalıdır.

Kendisini İslam'ın banisi, İslam'ın otoriter bilimcileri kabul edenler halkıyla tartışmalı... Bulundukları makamlarda bilgi pazarlamak için değil, bilgiyi, meşaleyi, topluma yol göstermede vasıta kılmak için halklarının, toplumlarının arasına inmeli... Bulunduğu mevkinin hakkını, hak sahiplerine vermeli. Münkerin kararttığı dünyamızı marufun dünyasıyla aydınlatma görevini yerine getirmeli... Hep birileri çağırsın diye, hep resmi söylemlerle mevsimlik İslam pazarlamaya

girilmemeli... İslam asla eşya mübalesi konumuna düşürülmemeli. Kendisini İslam'ın bilim otoritesi kabul edenlerimiz, islam toplumunun dış görüntüsünü Batı'ya benzetmek isteyenler, müslüman kitlelerin duygularını rencide etmeye hakları yoktur. Yaşanan hayat İslam'ın olurundan geçmeli, İslam, yaşanan hayatın olurundan geçirilmemelidir.

HAYATI İSLÂMLAŞTIRMAK. AMA NASIL?
Şimdi müslümanın imanı ile yaşadığı hayat arasında bir boşluk vardır. Acaba bu boşluğu yaşadığımız dünyada müslümanlar ne ile dolduruyorlar?. Yoksa, hayat ve iman arasındaki boşluğu, İslam'la uzlaştırmaya, her şeyi yeşile boyamaya mı kalkıyoruz? Mesela, tesettürü modalaştırmak, her türlü enstrüman aleti çalıp müziği yeşile boyayarak daha çağdaş gros marketler açıp müslümanları tüketime şartlandırarak, İslami pop eşliğinde. Bosna'ya ağıtlarla birlikte kadınlarımıza el sallatmayı öğreterek mi uzlaştırıyoruz İslam'ı? Yoksa bizim müslüman burjuvazilerimizin oluşturulması, müslüman gençlerin tesettürlü bayanlarla yeni kafelerimizde. buluşması İslam'ın sosyal hayata müdahalesi mi, hayatın İslamileştirilmesi mi, hayatın Modernizme, feda edilip İslam'ın sulandırılması mı?

Her şeyi yeşile boyamak, hayatı İslamileştirmek değildir. Bu, İslam'ın içini İslami olmayan hayat anlayışlarıyla doldurmaktır Dahası, müslüman-lığı Ebu Cehil'lerin, Ebu Lehep'lerin bile rahatsız olmadan yaşanılacak bir din haline getirmek olur. böyle bir anlayış...

İsterseniz bu günkü bazı müslüman anlayışlarının haritasını biraz daha çizelim de içine düştüğümüz handikapları bir görelim ve kendimize gelelim. Artık ihlaslı uçaklarımızda, yolculuk yapmanın tadını çıkarıyoruz. Helalize edilmiş mayolarla kadınlarımız tatil köylerinde denize girebiliyor. Beş yıldızlı otellerin en lüks salonlarında zikir meclisleri kuruyoruz. Ezan. okuyan ve kıbleyi gösteren kol saatimiz de var nasıl olsa. Ara sıra tefsir seanslarına da katılıyoruz, yani böylece yaşayıp gidiyoruz. Acaba bu Müslümanlığımızı Asr-ı Müslümanlığı olarak mı görüyoruz kim bilir?

Böyle bir İslam'la, tanışmak, evrensel ölçekte ümmetle tanışmayı kaynaştırmayı beraberinde getirir mi? Hep birlikte geldiğimiz. noktayı bir düşünelim. Hatanın neresinden dönersek kârdır Kişi düştüğü yerden kalmasını bilmeli, İnşallah Allah'ın arzında yükselen müslüman feryatlar bu ayağa kalkışın dirilişin, yeni İslami oluşumların sancısıdır. Selam ve dua ile.


Kur'an Müslümanlığı

Mustafa ÇELİK
Sayı: 186 / Haziran 1998

Bil ki. Kur'an Müslümanlığı; dinsiz peygamber ve peygambersiz din tasavvurunu temsil eden bir slogandır. Bu sloganı ileri sürenlerin ortak amaçları; müslümanların Müslümanlaşmalarını engelleyip onları örneksiz ve öndersiz hale getirmektir.

Kur'an Müslümanlığı nitelemesi, yeni bir hadise değildir. Kur'an Müslümanlığı çok eskilere dayanan sihirli bir hurafedir. Bu sihirli hurafe tamamen uydurma mantığın bir mahsulüdür. Bakınız Kur'an Müslümanlığının temelini teşkil eden ve hadis diye ileri sürülen şu sözdür.
"Benden size bir hadis geldiği vakit, onu Kur'an'a arz ediniz, şayet onda aslını bulursanız onu alınız, aksi taktirde onu reddediniz." ( El-Heysemi C 1 sh. 170 Beyrut - 1988 )

Bu hadisin ravileri meçhuldür. Bu hadisi, zındıklar ve hariciler uydurmuşlardır. Bakınız bu konuda Şevkani (Rh.a.) şöyle diyor: "Bu hadisin bizden istediği şeyi yaptık, onu Kur'an'a arz ettik. "Resul size neyi verirse alınız, neden nehyederse ondan da kaçınız." ayetine ve diğer ayetlere ters düştüğünden bu hadisin uydurma olduğuna. Rasulullah (s.a.v.)'in bundan uzak olduğuna hükmettik." Şunu biliniz ki: aslı bilinmek şartıyla yani sahih olması şartı ile ister kavli olsun, ister fiili. Peygamber (s.a.v.)'in hadisinin hüccet olduğunu inkar eden küfre girer. İslam dairesinden çıkar, Yahudi, Hıristiyan ve kafir fırkalarından biriyle haşr olunur.

Şurası bir hakikattir ki; sünnet, Kur'an ilminin öğrenilmesinde yegane vasıtadır; sünnet olmaksızın Kur'an ilmini öğrenmeye kalkışanlar dalalete düşerler. Bu bakımdan, sünnetin yok olması, Kur'an ilminin yok olması demektir.

Bugünün insanları arasında, batılı müsteşrikleri takliden. İslam'ı kilise dinine benzetmek isteyen bazı kuş beyinliler türemiştir. Bunlar "Hadislere güvenilmez; çünkü içlerine pek çok uydurma söz karışmıştır. İslam'ın tek kitabı vardır, o da Kur'an'dır. İslam'ı Kur'an dışındaki diğer bütün kaynaklardan arındırmak gerekir. Zaten sünnet denilen şey, bir Emevi oyunu olup Kur'an'a ulaşılmasını önleyen dikenli bir engeldir. Kur'an'a ulaşmak için bu engelin ortadan kaldırılması ve Kur'an İslam'ının yaşanması gerekir." gibi sapık bir inancın mahsulü olan sözlerle müslümanları kandırmaya ve Hz.Peygamber'in tebliğ ve tebyin ettiği gerçek İslam'dan onları uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar.

Eğer bu kuş beyinliler, kendilerini yönlendiren yabancı akıl hocalarının emirleri istikametinde başarı sağlar ve Sünnet'in beyan ve tefsirini Kur'an üzerinden kaldırabilirlerse. "Bunlar Kur'an'da yoktur." fetvasına dayanarak camilerimizi içlerine konulacak sıra veya sandalye ve masalarla kiliseye, namazlarımızı da haftalık Cuma ayinlerine çevirmekte hiç güçlük çekmezler. Bu itibarla müslümanların çok dikkatli olmalarını ve Kur'an'a bağlı görünüp de İslam'ı yıkmaya çalışan bu kuş beyinlilere kanmamalarını dini bir vecibe olarak tekrar hatırlatmak isteriz. Bunların tanınmalarına yardım eden en bariz özellikleri, sözlerinde ve yazılarında, Kur'an'a bağlı görünseler bile, biraz önce bir yazılarından naklen zikrettiğimiz sözlerinde de görüldüğü gibi, sünnet ve hadise karşı gösterdikleri tepki ve düşmanlıktır. Bunların düşman olmalarının tek sebebi de, İslam'ın ancak Kur 'an ve Sünnet'le birlikte İslam olmasındandır. Bunun için diyoruz ki; Kur'an Müslümanlığı,sünnet düşmanlığının öteki adıdır. Tabii ki, sünnet düşmanlığı da, İslam düşmanlığının bir ifadesidir.

Genelde İslam coğrafyasında, özelde ise Türkiye'de "Kur'an Müslümanlığı" adına sünnet düşmanlığını sürdürenlerin en belirgin özellikleri, İslam fıkhına ve fakihlere saldırmalarıdır. Türkiye'de İslam fıkhına olan düşmanlık; Türkçe ezan tatbikatı ile başlamış, harf inkılabı ile güç kazanmış, mealcilik taassubu ile devam etmiş ve "Kur 'an Müslümanlığı" iddiası ile son seklini almıştır. Resmi ideolojinin kurmayları; laiklik adına pazarlanan Bizantinizmi koyabilmek için "Müctehid imamları tahkir etmek, geçmişte yaşanan ulemanın Kur'an ı Kerim'in ruhuna vakıf olmadığını söylemek ve geleneksel-hurafeci bir dinin bulunduğunu ileri sürmek" gibi, kurgu-bilim tuzaklarını hazırlamışlardır, işin hazin tarafı; tağuti rejimi reddettiğini söyleyen bazı saf müslüman-lar da bu tuzağa düşmüşlerdir.

Son yıllarda "-Efendim!.. Ehl-i Sünnet'in hiç mi hatası yoktur? Müctehid imamların görüşlerini (mezhepleri) bir tarafa bırakalım, toplumun ihtiyacı olan yeni projeler üretelim" gibi sloganlarla veya "Hilafetin dini bir özelliği yoktur. Araplara ait örfi bir sistemdir. Biz çağdaş müslümanlar olarak, gerçek demokrasiyi ve laikliği gerçekleştireceğiz. Hak veya batıl kavramlarını. Türkçe karşılığı olmadığı için kullanıyoruz." gibi saçma-sapan ifadelerle, siyaset yaptıklarını zanneden kimseler türemiştir.

Şunu bilelim ki; tarih boyunca "Kur'an-ı Kerim'in hükümlerini insanlar anlayamaz" diyen hiçbir alim yoktur. Sadece dalalet ehli olarak vasıflandırılan ve günümüzde müntesipleri bulunmayan. "Batınıyye" fırkasının, böyle bir batıl iddiası vardır. Bir kimsenin " İnsanlar uçak kullanabilirler" dediğini farz edelim. Aklı başında olan hiç kimse, bu söze itiraz edemez. Ancak bu ifadedeki "insanlar" tabirinin, uçak kullanabilen pilotlarla sınırlı olduğu da sabittir Zira bir insanın uçak kullanabilmesi için; nazari ve pratik bir eğitimi tamamlaması zaruridir. Nazari ve pratik olarak herhangi bir eğitimden geçmeyen sıradan bir takım insanların uçak kullanmaya kalkışmaları, kendilerinin ve kendilerine inanıp uçağa binenlerin hayatlarının son bulmasına sebep olacakları gibi, kalben, zihnen, fikren ve ilmen hiçbir hazırlıkları olmadan Kur'an-ı Kerim'e mana vermeye kalkışanlar da başta kendileri olmak üzere mukallidlerinin de küfrü dalalete sürüklenmelerine sebeb olurlar.

Bakınız bu konuda M.Hamdi Yazır (Rh.a.) şöyle diyor:
"Şimdi insaf ile düşünelim. Bu şeriat altında Kur'an'ı tercüme ettim veya ederim diyenler yalan söylemiş olmaz da ne olur? Doğrusu Kur'an'ı cidden anlamak, tetkik etmek isteyenlerin onu usulüyle Arabi yolundan ve tefasiri merviyesinden anlamaya çalışmaları zaruridir. Kur'an'ın falan tercümesinde şöyle demiş diyerek ahkam istinbatına, mesele münakaşasına kalkışmamalıdır. Bunu imanı olanlar yapmaz, kendini bilen ehli insaf da yapmaz. Kur'an'dan bahsetmek isteyenler onu hiç olmazsa harekesiz olarak yüzünden okuyabilmelidir. Mamafih öyle kimseler görüyoruz ki, Kur'an'ı dürüst okuyamadığı halde onun ahkam ve meanisinde içtihada kalkışıyor. Öylelerini görüyoruz ki, Kur'an'ı anlamıyor ve tefsirlere müfessirlerin te'villeri karışmıştır diye onları da kale almak istemiyor da eline geçirdiği tercümeleri okumakla Kur'an'ı tetkik etmiş olacağını iddia ediyor, düşünmüyor ki okuduğu tercümeye alim müfessirlerin te'vili değilse cahil mütercimin re'yi ve te'vili, hatası, noksanı karışmıştır."

Bütün bu açıklamalar bize açıkça göstermektedir ki; Kur'an Müslümanlığı, sünnet düşmanlığının bir maskesidir ve bizzat Kur'an'a ihanettir. Çünkü Kur'an'da "Kur'an müslümanı". "Hadis müslümanı". "Fıkıh müslümanı" diye herhangi bir şey geçmez. Kur'an'-ı Kerim'de sadece "Müslüman" geçiyor. Yani Kur'an-ı Kerim'e göre müslüman, müslüman dır. Ve mü'minler için Kur'an-ı Kerim; tek kaynak değil, ilk kaynaktır. Dolayısıyla Kur'an Müslümanlığı. müslümanları sünnetten yani Rasulullah (s.a.v.)'in tebliğ ve tebyininden mahrum etmek isteyen islam düşmanları tarafından gündeme getirilen bir safsatadır.

On beş asırdır gümbür gümbür gelen Yüce İslam'ı, konumundan saptırmak, rotasından kaydırmak isteyen dahili ve harici sapkınlar çıkagelmiştir. Sünnet inkarcılığında öncülük eden dış sapkınlardan müsteşrik/oryantalist Goldziher ve Shat'ın sünnetle ilgili çarpık görüşlerini ve onların izinden gidenleri geçen ayki yazımızda dile getirmiştik. Bu yazımızda da ilk bakıldığında kulağa hoş gelen "Kur'an İslami" ekolünün yani Sünnetsiz İslam'a çağrı sapıtmasının tarihi arka planını ortaya koymaya çalışacağız.

Kainatın Efendisi Peygamber (s.a.v.). Sünnetsiz İslam'a çağrı yapacak olan bu sapıklara karşı dikkatli olmamızı on beş asır öncesinden haber vermiştir: "Benim emrettiğim veya nehyettiğim bir konu kendisine iletildiğinde sakın sizden birinizi, koltuğuna kaykılmış karnı tok bir adam olarak, 'biz onu bunu bilmeyiz; Allah'ın kitabında ne bulursak ona uyarız, o kadar' derken bulunmayınız". (1)

Hadisimiz taşıdığı nebevi tesbit ve ikaz ışığı ile imdada yetişmekte, sergilenmekte olan oyunu gerçek yüzüyle inananlara tanıtmaktadır. Rasulullah (s.a.v.). günün birinde kendisinin teşri/kanun koyma yetkisini tanımayacak, sünnetin getirdiği evrensel yorumu önemsemeyecek, Kur'an'la yetindiğini söyleyecek münasebetsizlerin çıkacağını, ümmetinden hiç kimseyi böylesi bir tavır ve iddia içinde görmek istemediğini pek beliğ ve etkili bir şekilde belirtmiş. Sünnetsiz İslam iddialarını suçüstü yakalayıp teşhir etmiştir. (2)

Tarihte, hicri ikinci asra veya en fazla üçüncü asra kadar İslam'a giren bir fert veya topluluğun sünneti inkar ettiğine rastlanmamış ve İslam ümmeti, sömürgeciler bu fitneyi uyandırmadan önce on bir asır gibi uzun bir zaman sürecinde bundan emin olarak yaşamıştır. Miladi on dokuzuncu yüzyılın sonlarında Müslümanlarda meydana gelen kültürel ve toplumsal donukluk neticesinde Hindistan'a yıkıcı akımlar girmeye başladı. Pencap eyaleti Kadiyanilik ve Ehli Kur'an Ekolu gibi islam için yıkıcı olan iki harekete sahne görevi yapmıştır.

Miladi 1900 senesinde bu kara parçasında Mirza Gulam Ahmet el-Kadıyani. peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktı. Sonra adı geçen bu peygamber taslağı. Abdullah Çakralvi' yi öne sürmeye başladı. Bu adam da bütün yıkıcı gayretini sünneti tamamen inkara verdi ve 1902 yılında "Ehl-i Kur'an" adında bir ekol oluşturdu. Bu ekolün iki ortak özelliği vardır. Bunlardan birincisi, dünya ve ahiret işlerinde Kur'an'a bağlılıkla yetinmek, diğeri ise Nebevi Sünnetin dinde hüccet/delil ve kaynak olmadığı ve bunu dine sokmanın gereksizliği görüşü." (3)

Prof. Muhammed Ebu Zehra bu konuda şöyle der "Sünnete sataşanlar iki kısımdır. Biri okun yaydan çıkışı gibi dinden çıkmıştır. Bunlar Hindistan ve Pakistan'da ortaya çıkmış bir taifedir. Onlardan bir grupla karşılaştım, hiç bir bölgede kendilerini gizleyemeyecek kadar dar bir düşünceye sahip olduklarına kanaat getirdim. Bunlar yalnız sünnetin hüccet/delil oluşunu inkar etmekle yetinmiyorlar. Bundan da öte. Kur'an'ı arzularına göre tefsir ediyorlar. İkinci kısım ise: Sünnetin hüccet oluşunu inkar ettiklerini açıklamamakla birlikte, sahih ve sağlam olanını bulmak istedikleri iddiasıyla, sünnet ve rivayetlerle bolca şüphe uyandırmaya çabalarlar. Bunların bir kısmı sarık sarar. İslami giyim ve ulema kıyafetiyle yaşayıp dururlar. Bunların İslami öğrenim ve öğretim için kurulmuş yüksek okullarda yetiştikleri de söylenir. Bunlara diyeceğim; eğer samimi insanlarsanız bu konuda uzmanlaşın. bu ilmi öğrenin. Nebi'ye nisbet edilen bu şeylerde sıhhat ve doğruluk olmadığına dair bütün delillerinizi ortaya koyun. Ama sizin İslam ümmetinin yanı başında duran afetleri abartmanız ve bu alanda tozu dumana katmanız çirkin amaçtan başka bir şeyi akla getirmez. Bununla da sizin İslam'ın izzet ve yüceliğini, ahkamının hayata hakim olmasını istemediğiniz anlaşılır. (4)

Batı'nın İslam ülkelerini istila eniği ve askeri işgali kültürel işgale dönüştürüp sürekli kılmaya karar verdiği yıllardan itibaren planlı ve örgütlü olarak başlatılmış olan sünnet düşmanlığı, ilerleyen yıllar içinde "Kur'an'la yetinme" çağrısına dönüştü. Müsteşriklerin/Oryantalistlerin sünnet verilerine yönelttikleri "uydurulmuştuk" suçlamalarına körü körüne kapılmaktan kaynaklanan bahis konusu düşmanlık ve çağrı, ilginç bir şekilde İran-Irak savaşının sona ermesinden sonra memleketimizde değişik seviyede ulu orta yazılır-çizilir oldu. (5)

Tirmizi sarihi Mübarek Furi. yukarıdaki hadisin şerhinde/yorumunda şöyle demektedir "Mu hadis, peygamberlik delillerinden bir delil ve bir alamettir. Çünkü hadiste haber verilen durum aynen gerçekleşmiştir. Hindistan'ın Pencap eyaletinde bir adam çıktı ve kendi kendisini "Ehl-i Kur'an" diye isimlendirip tanıttı. Halbuki onunla ehli Kur'an arasında dağlar kadar fark vardı. Aslında o "Ehl-i Kur'an" değil "Ehli İlhad" idi. Peygamber'in hadislerini bütünüyle kesin şekilde reddetmeye kadar işi götürdü ve "bütün bunlar Allah adına uydurulmuş yalan ve iftiradan ibarettir, gerekli olan sadece Kur'an-ı Azim ile ameldir, hadislerle değil: isterse bu hadisler sahih-mütevatir olsunlar. Kim Kur'an'dan başka bir şeyle amel ederse o. 'Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler. kafirlerin ta kendileridir' (Maide:44) ayetinin hükmü altına girer" dedi. Daha buna benzer bir sürü sözler söyledi ve bir sürü cahil de ona tabi oldu. onu "imam" edindi. Devrin alimleri bu adamın küfrüne, ilhadına ve islam çerçevesinden çıktığına dair fetva verdiler. Bize göre de durum, alimlerin dediği gibidir." (6)

Sünnet karşıtı görüşlerin. "Kur'an'la yetinme" çağrılarının temelinde yatan aldatılmışlığı da Mustafa A'zami şöyle tesbit etmektedir: "İngilizler. Hindistan'ı geçen asırda bütünüyle sömürgeleştirmişti. Müslümanlar ülkeyi onların elinden kurtarmak için cihad ilan ettiler. Sömürgeciler silahlı cihadın tehlikesini fark ettiler. Bunun için müslüman alimler arasında kılıçla cihadı reddeden bir grup peyda ettiler. Onlar da bu işe kılıçla cihadı emreden hadisleri reddetmekle başladılar. Çerag Ali ve Mirza Gulam Ahmet el-Kadıyani bu ekolün önderlerindendir. Hülasa, ikinci hicri asırda çok az kişi. sünnetin delil oluşunu ve teşri/yasal değerini inkar etmişti. Bunun kaynağı cahilliktir. Aynı şekilde sünnetin mütevatir olmayanını inkar eden bir başka grup da görülmüştü. İkinci asırdan sonra bu fitneye son verilmişti. Şimdilerde aynı fitne, batı sömürgeciliğinin etkisiyle yeniden diriltildi, meşhuru ve âhadıyla Hz.Peygamber'in sünnetinin bütününü, tamamıyla inkar etmektedirler." (7)

işte yurdumuzda da "Ümmetim hakkında en çok korktuğum, saptırıcı imamlar/liderler/hocalardır" (8) hadisiyle örtüşen misyon ifa etmeye çalışarak gazete, kitap ve televizyon programlarıyla Hintli ağabeylerinin yolunu izleyen Prof. namlı birtakım daal/sapan ve mudııl/saptıran reformistler mevcuttur. Bunlar bilmeyerek Hintli ağabeylerinin dümen suyuna girecek kadar gafil ve cahil değillerse, bu işi bile bile yapan hainlerdir.

Şu unutulmamalıdır ki. Sünnet: İslam'ı anlama, kavrama ve yaşamada vazgeçilmez en doğru ölçü ve yorumdur. O'nun verilerine yöneltilecek hiç bir tenkit, ondan müstağni kalmayı haklı kılamaz. Yani ne sünnetsiz Müslümanlık olur. ne de sünnete rağmen Müslümanlık olur. Kur'an'la sünnetin arasını ayırma esasına dayalı iddia sahipleri, "keyfi İslam arayıcıları", önü alınamayacak hurafe ve bid'atlara kapı açacaklarını unutmamalıdır. Bu tür anlayış sahiplerini uyarmak, uyanmazlarsa kendilerini yalnızlığa ve ilgisizliğe terk etmek. herhalde günün en uygun metodu olacaktır. (9) Selam ve dua ile.


Kıyamu'l Leyl (Gece kalkışı) ve Önemi

İlyas KAPLAN
Sayı : 196 / Nisan 1999

İslam medeniyetinin parlak dönemlerini hazırlayan büyük medeniyet ustalarının hayatında, gece kalkışı önemli yer tutmakta, onların verimli ve başarılı olmalarının sebeplerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yine sahabilerin en önemli özellikleri "Geceleri abid. gündüzleri mücahid" olmalarıdır.
Büyük alimler gecelerini üçe ayırırlardı: 1. istirahat. 2. ibadet, 3. ilmi çalışma.

Müslümanlar ne zaman ki gecelerini ihya etmekten aciz kaldılar, işte o zaman gündüzlerini de ihya edemediler. Geceleri ihya etmek Peygamberimiz @ 'in. O'nun ashabının ve selef-i salihinin en önemli özelliklerinden biridir. Eğer bizler iflah olmak istiyorsak bunun yolu Peygamberimiz ve selef-i salihini örnek almaktan geçer. Onlardan örnek olarak alınacak en önemli şeylerden birisi ise. gece ibadetleridir ki. bunun başında teheccüd namazı gelir. Seleften özellikle Said İbnü'l Müseyyeb. Fudayl b. İyaz, Ebu Süleyman ed-Darâni. Malik b.Dinar ve Rabia el-Adeviyye geceyi ihya etmekle meşhur olmuş kimselerdir.

Tembelliği, gevşekliği ve haline aldanışı dolayısıyla geceyi ihya etmekten mahrum olan kimse, kendine ağlasın. Çünkü o, pek çok hayır yollarını kendine kapatmıştır. Gecenin ihyasına, dünya işlerine fazlasıyla önem vermek, dünya ile çok meşgul olmak, bedeni yormak, çok yemek, boş şeylerle ilgilenmek, öğle uykusunu ihmal etmek engel olmaktadır. Bu konuda muvaffak olan ise. vaktini değerlendiren, hastalığını ve tedavisini bilen ve ihmalkar olmayan, dolayısıyla ihmal edilmeyendir.

Biz konu üzerinde fazla konuşmadan, sizlere ayet ve hadislerden nakiller yaparak değerlendirmeyi size bırakıyoruz.
"Onlar gecelerini Rabb'lerine secde ederek ve kıyam durarak geçirirler." (Furkan, 64)

"Gecenin bir bölümünde de uyanıp kalk ve sana mahsus olmak üzere, nafile namaz kıl, ola ki bu sayede Rabbin seni övgüye değer bir makama ulaştırır." (İsra, 79)

"Geceleri pek az uyurlar." (Zariyat, 17)

"Ey örtüsüne bürünen Rasulüm! Geceleyin kalk da, az bir kısmı hariç geceyi ibadetle geçir. Duruma göre. gecenin yansında veya bundan biraz daha azında veya fazlasında ibadet etmen de yeterlidir. Kur'an'ı ağır ağır düşünerek oku. Biz Sana pek ağır bir söz vahy edeceğiz. Muhakkak ki geceleyin kalkıp ibadet etmek daha tesirlidir ve Kur'an okuyuşu bakımından daha düzgün, daha sağlam bir tilavet sağlar. Halbuki gündüz Sen'i meşgul edecek yığınla iş vardır." (Müzzemmil. 1-7)

Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
"Gece namazı kılmalısınız. Çünkü bu. sizden önceki sahillerin adetidir. Zira gece namazı kişiyi Allah'a yaklaştırır, günahlardan alıkor. kötülüklere keffarettir, bedenden hastalıkları giderir." (Tirmizi)

"Abdullah! Falan kimse gibi olma! Çünkü o gece ibadetine devam ederken artık kalkmaz oldu." (Buharı. Müslim. Nesei, İbn-i Mace)

"Ey insanlar! Birbirinize selam veriniz, yemek ye diriniz, insanlar uyurken geceleyin namaz kılını/. Böyle yaparsanız selametle cennete girersiniz." (Tirmizi)

"Ramazan'dan sonra en faziletli oruç. Allah'ın ayı olan Muharrem'de tutulan oruçtur. Farz namazlardan sonra en faziletli namaz da gece namazıdır." (Müslim. Ebu Davud, Tirmizi)

"Geceleyin kalkıp namaz kılan, hanımım da kaldıran, kalkmazsa yüzüne su serperek uyandıran kimseye Allah merhamet etsin. Aynı şekilde geceleyin kalkıp namaz kılan, kocasını da uyandıran, uyanmazsa yüzüne su serperek uykusunu kaçıran kadına da Allah merhamet etsin." (Ebu Davud, İbn-i Mace)

"Geceleyin öyle bir zaman vardır ki. müslüman bir kimse o zamana rastlayıp Allah'tan dünya ve ahirete dair hayırlı bir şey dilerse. Allah ona dilediğini verir. Bu her gece böyledir." (Müslim)

Ömer İbnü'l Hattab'ın torunu Salim'in babası Abdullah b.Ömer'den rivayet ettiğine göre Rasulullah @: "Abdullah ne iyi adam! Keşke bir de gece namazı kılsa!" buyurdu. Salim diyor ki: "O günden sonra Abdullah geceleri pek az uyurdu." (Buhari, Müslim)

Bir gece Rasul-i Ekrem (sav) Ali ile Fatma'nın kapısını çaldı ve onlara: "Namaz kılmayacak mısınız?" buyurdu.

Rabbim bizleri geceleri abid, gündüzleri mücahid kullarına en azından benzemeye çalışanlardan eylesin. Amin.


Rasulullah'ın Ümmetinin Üstün Kılınması

Selman YİĞİT
Sayı: 196 / Nisan 1999

"Müslümanlarla Yahudiler ve Hristiyanlar'ın benzeri, şu adamla işçilerinin benzeri gibidir, işveren adam. bir topluluğu, geceye kadar kendisine iş yapmaları şartıyla belli bir ücretle ırgat tuttu. Fakat bunlar günün yansına kadar o kimse için çalıştılar ve daha sonra:
- Senin bize vermeyi şan kıldığın ücrete ihtiyacımız yoktur. İşlediğimiz iş batıldır, dediler, işveren kimse bunlara:
- Çalışmalarını/.) boşa gidermeyin. işinizin geri kalanını tamamlayın da ücretinizi taslamam alın. dedi. Onlar çalışmaktan vazgeçip işi terk ettiler. Daha sonra ücretle işçi tutan adam, başka bir grubu ücretle ırgat tuttu.
- Şu gününüzün geri kalan zamanını siz tamamlayın da şunlara şart kıldığım ücrete sizler hak kazanın, dedi.
Bu defa bunlar işe koyuldular. Nihayet ikindi namazı vakti olunca, bunlar:
- Şimdiye kadar işlediğimiz iş ücrete tabi değildir. Bu iş senin olsun ve bu hususta bize vermeyi şart koştuğun ücret de senin olsun, dediler ve işi bıraktılar.
İşveren kişi:
- Öyle yapmayın. İşinizin geri kalanını tamamlayın da ücretinizi alın. İşin bitmesine şurda az bir şey kalmıştır, dedi.
Fakat onlar çalışmayı kabul etmediler. Ücretle işçi tutan adam, tekrar çalıştırmak üzere bir topluluk daha ırgat tuttu. Bunlar güneş batıncaya kadar evvelkilerin bıraktığı işi tamamladılar ve her iki ırgatın ücretlerini tam olarak aldılar. İşte bu, müslümanların ve bu nurdan kabul ettikleri şeyin benzeridir."
(Buhari, K.İcara. 11: Tecrid-i Sarih. 7/30)

İZAHLAR VE ÖLÇÜLER Yukarıda mealini okuduğumuz hadis-i şerif, üç ümmet arasındaki farkı, temsili olarak izah etmektedir. Bu hadis. Allah'ın hidayetini ve Rabbimiz'den gelen ölçüleri, buyrukları kabul eden Muhammed (sav)' in ümmeti ile. Allah'ın kendilerine emrettiği şeyleri (erkeden Yahudi ve Hristiyanlar'ın misalidir.
Bu ümmetin üstün kılınması, amelinin az oluşuna rağmen, ücretinin çok olmasıdır. Yüce Allah. Yahudilerle mukavele yaptı ki. Tevrat'ın emirlerine göre hayat tarzlarını düzene soksunlar. Yahudiler bu mukaveleyi kabul ettiler ve gereği üzere amel etmeye başladılar. Ta ki İncil nazil oluncaya kadar. Yahudiler İncil'e imana yanaşmadılar ve Tevrat'ı da terk ettiler.

Daha sonra yüce Rabbimiz Hıristiyanlarla mukavele yaptı ve İncil'e iman etmelerini ve ölçüleriyle amel etmelerini istedi. Hıristiyanlar mukaveleyi kabul etti. ta ki Kur'an nazil oluncaya kadar. Kur'an-ı Kerim nazil olunca. Hıristiyanlar iman etmediler ve kendi dinlerini ve kitaplarını da terk ettiler. Nihayet Rabbimiz. Kur'an'a iman edenlerle mukavele yaptı. Bu ümmet de bunu kabul etti. Hem Kur'an'a. hem Tevrat'a ve hem de İncil'e, dolayısıyla geçmiş peygamberlere iman ederek. Rabbani ücretin tamamını almaya hak kazandılar.


...:: RİBAT DERGİSİ ::...

  ANASAYFA
b a
 • Abdullah BÜYÜK
 • Ali ESEN
 • Ali AKPINAR
 • Halil ATALAY
 • İlyas KAPLAN
 • Mithad ÖCCÜ
 • Mustafa ÇELİK
 • Ramazan TAHA
 • Ribat Yazıları
 • Selman YİĞİT
 • Veyis ERSÖZ
 • ANASAYFA
MURABIT