RİBAT DERGİSİNDEN İKTİBAS

Sünnet Düşmanlığının Tarihi Arka planı

Mikdat ÖCCÜ
Sayı: 185 / Mayıs 1998

Günümüzde sünnetin işlevini inkar ve reddedenler, geçmişteki yoldaşlarının pek çok düşüncece ve görüşlerini taşımaktadırlar. Bu eskilerin, yeni neslin türemesinde büyük etkileri vardır. Bun-dan dolayı bu eskileri de, bugünü daha iyi anlamamız için, tanımamız gerekiyor.

Bu bağlamda sünnet inkarcıları, eski ve yeni olmak üzere ikiye ayrılır. Hicri ikinci yüzyılın sonuna doğru dini hükümlere kaynaklık yapma işinde sünnetin hüccet/delil oluşunu inkar ve reddeden bir güruh ortaya çıktı. Bir kısmı da sünnetten mütevatir olanın dışında-kilerinin delil oluşunu reddetti, Sünnetin eski inkarcıları; hariciler, şia ve muteziledir.

Hariciler, hakem olayını kabul etti diye Hz.Ali'nin tarafında iken onu tekfir ederek ondan ayrılanlardır. İbadiye kolu hariç diğer harici fırkaları sünneti reddederler.
Bir kadın ile teyzesinin veya halasının nikahlarının bir erkekle aynı anda bulunabilmesine hüküm vermeleri yada sünnet yoluyla geldiği şekilde recm hükmünü inkar etmeleri gibi garip hükümler ortaya korlar. Onları bu anlayışa sürükleyen sebep, fitnenin çıkışından sonra rivayet edilen hadislerin ve fitneye katılan ravilerin rivayetlerinin reddi olayıdır. (1)

Şia ve sünnete bakışı:
Hz.Ali ve onunla sürekli ilişkide bulunanların dışında kalan diğer sahabeleri önemsemezler. Bu önem ve değere layık gördüklerinin adedi ise bazı kaynaklara göre 3-15 arasında değişmektedir. Mezhepleri de sahabenin çoğunun rivayet ettiği hadisleri reddeder. Ve Hz.Ali ile ona taraftar olanların rivayetlerini kabul eder. (2)

Mutezile ve sünnet:
Mutezile'nin sünnete bakış açısı üzerine alimlerden gelen nakiller farklıdır. Hakim kanaat "bütün haberleri reddeden bir fırka oldukları"dır. (3) Çünkü onlar her şeyi akıllarıyla halletmeyi prensip edinmişlerdir. Sünnete bakış açısı olarak Mutezile'nin konumu, Müslümanların cumhurunun/çoğunluğunun akidesine ters olan bir hal arz eder. Sünnet uleması/muhaddisler ile Mutezile'nin ileri gelenleri arasında hayli cefa ve ezaya yol açan bu aşırı konumdan dolayı, bu alanda karşılıklı ithamlarla atışan iki ekol ve fırka oluşturan Mutezile, muhaddisleri yalan yanlış ve sapık rivayetlerde bulundukları iddiası ile ve onların rivayetlerini "anlamayarak haber taşıyan develer" olmakla yererken; muhaddisler de Mutezile imamlarım dinde fısk, fücur ve bid'at çıkarmakla, Allah'ın hiçbir delil indirmediği şeylerin sözünü etmekle yererler. (4)

İşte böyle geçmişte sünneti yeren bazı şahıs ve gruplar vardı.

Ama zaman onları ikinci veya en fazla üçüncü asrın sonlarına kadar ulaştırdıktan sonra hezimete uğratıp eritti. Tarihin çöplüğüne attı. Sünnetin yeni inkarcılarına gelince: İslam ümmeti on bir yüzyıl gibi uzun bir müddet boyunca bu sünnet inkarı fitnesinden emin olarak yaşadı. Bu hal sömürgecilik döneminin başlamasıyla son buldu. Sömürgeciler, İslami konum üzerine yetkin ve hakim olmak için ve müslümanları parçalayıp, düzenlerini yıkarak darmadağın etmekten ibaret olan emperyalist planlarının gerçekleşmesi adına çirkin düşünce ve fikir akımlarını yaymaya başladılar.

Sünnet ve Oryantalistler:
Müsteşriklerden bu işe ilk girişen Goldziher'dir. O, bu alanda çalışmalarını 1890 yılında Almanca olarak "İslami Dersler" adı ile yayınladı. Onun bu kitabı diğer müsteşriklerce kutsal İncil gibi itibar gördü. Goldziher'den kısa bir süre sonra oryantalist/müsteşrik profesör Şhat ortaya atıldı. Uzun bir süre fıkhî hadislerin kaynaklarını araştırma ve eleştirme ile uğraştı. Çalışmalarının neticesinde "Bunların hiçbiri özellikle fıkhi hadisler sahih değildir.", hükmüne ulaştı. Kitabı, diğer müsteşriklerce ikinci bir kutsal İncil görünümünü kazandı. Bir yüzyılın dörtte üçünde hadis konusunda bu iki kitap dışında müsteşriklerin kaleminden çıkmış birkaç makale hariç- hiçbir araştırma yayınlanmamıştır.

Sözün kısası, Rasulullah'ın hadisleri üzerinde müsteşriklerden çok azı araştırma yapmıştır. Bununla beraber bu araştırmaları da yeterli ve ilmi araştırma metoduna uygun değildir. Bunların içinde ise Şhat'ın eseri (Origins of Muhammedan Jurisprudence), batı ve belki de doğunun hadise ilişkin ilmi araştırma tarihinde en tehlikeli sayılabilecek ve kendinden sonrakilere kaynaklık edecek bir eserdir.

Şhat'a göre Hz.Peygamber, hukuki mahiyette bir şey yapıp söylemeyi hiçbir zaman düşünmemiştir. Esasen O'nun hukuk sahasında bir şey yapmaya ve söylemeye yetkisi de yoktur. "Bir Peygamber olarak O'nun hedefi, yeni bir hukuk sistemi getirmek değil, hesap gününde cennete hesapsız girmek için insanlara nasıl davranacaklarını, ne yapacaklarını ve nelerden kaçınacaklarını öğretmektir. Hal böyle olunca, dini kendi anlayışlarına göre yönlendirmek isteyen bazı kişiler, Peygamber adına dinin yaşanmasıyla ilgili olarak hadisler uydurmuşlardır. Hicretin ikinci ve üçüncü asrında Muhaddisler tarafından hadislerin tedvini ve tasnifi maksadıyla yapılan büyük çalışmalar Şhat'a göre, dine farklı bir siyasi mahiyet vermek üzere Peygamber adına hadis uydurma faaliyetinden ibarettir. (5)

Daha sonra aynı çizgiyi sürdüren sünnet düşmanlarının bir kısmı işi, sünnetin hüccet/delil oluşunu ve teşrideki/şeriat koymadaki konumunu yermeye, bir kısmı da hadis yazımının bir asır veya daha fazla geciktirildiğini iddiaya, bundan hareketle sünnete itimat ve güvenin mümkün olmadığını savunmaya kadar götürdü. Daha sonra bu koroya el-Menar dergisinde "İslam Yalnız Kur'an'dır" makalesiyle Mısırlı tıp doktoru Tevfik Sıddıki, "Fecru'l İslam ve Duhaha" eserindeki,hadislere yönelttiği eleştirileriyle Ahmet EMİN İle çağdaş Mısırlı bir yazar olan "özgür düşünce, bilimsel araştırma" adı altında sünneti yermesi ve aşırı derecede sapmasıyla tanınan ve yakın geçmişte ölen Mahmut Ebu Reyye de "Muhammedi Sünnet Üzere Işıklar" (Edvaun ale's Sünneti'l Muhammediyye) adlı eseriyle katılmıştır (6)

Sünneti inkar furyası sadece Ortadoğu ile sınırlı kalmadı. Daha da uzaklara Hindistan ve Pakistan'a kadar uzandı. Bu konuda Mevdudi şöyle diyor: "Hicri on üçüncü asra kadar hayat bu sünneti inkar fitnesiyle karşılaşmadı. Yeniden sünneti ve kaynak oluşunu inkar fitnesi Irak'ta doğdu. Hint'te gelişti. Hindistan'da bu hareket Seyyid Ahmat Han ve Mevlevi Çarağ Ali ile başlar. Bu işi dalalet/sapıklık kıyısına ulaştıran ise Gulam Ahmet Perviz'dir. Bunlar "Ehl-i Kur'an Ekolü" nün Hindistan'da doğmasına sebep olmuştur. (7)

Bu ekol, bu düşüncelerine bazı safları ve kültürlü-kültürsüz insanlardan dini ilimlerle hiçbir ilgileri olmayan kimseleri aldatarak sanki ilmi, kültürel ve ilerici bir harekete çağırıyorlarmışçasına hareket edip davet ettiler. Bu hareketin yani "Kur'an İslamı'na Çağrı" nın Türkiye versiyonu da Yaşar Nuri ile vizyona hızla girmiştir. Gerek kitapları gerekse TV programındaki "Işığa Çağrı" sı ile dini alt yapıdan yoksun, kültürlü-kültürsüz, laik-kemalist bir takım insanlardan oluşturduğu ve "Yaşar Nuri Cematı" cemaati" diye anılan bu hareketin, akademisyen mimarı Yaşar Nuri de, sanki ilmi, kültürel ve ilerici bir harekete çağırıyormuşçasına Hind'li ve Pakistanlı refiklerinin edasını sergilemektedir. Allah iz'an vere. İnşaallah gelecek yazımızda da "Ehl-i Kur'an Ekolü"nün tarihi arka planına değineceğiz.
Selam ve Dua ile.

KAYNAKLAR:
1- Muafa Sıbai, es-Sünnetü ve Mekanetüha fi't Teşrii'l İslamiyye, s.132 vd. İbn Kuteybe, Te'vilül Muhtelifu'l Hadis, s.17 vd.
2- Muhammed Tahir Hekim, Sünnetin Etrafındaki Şüpheler, S. 32.
3- Sıbai a.g.e S. 134-135.
4- M.Tahir Hekim, a.g-e., s.37.
5- A. Zami'nin "Hadis-i Nebevi Araştırmaları" eserinin önsözünden özetlenmiştir.
6- M.Tahir Hekim. a.g.e., S. 68.
7- M.Tahir Hekim,a.g.e., S. 82.

Kur'an Ölçeğinde Münafık - Kafir'lerin Ruh Halleri

Mikdat ÖCCÜ
Sayı: 187 / Temmuz 1998

Türkiye'nin son zamanlarda içine girdiği süreç, insan hakları ve inanç özgürlüğü açısından utanılacak bir durum arz etmektedir. 10 Kasım 1996'da resmi ideolojinin iman esaslarına aykırı konuşma yaptı diye bir yıllık mahkumiyeti kesinleşen ve şu anda Yahyalı cezaevinde yatan Kayseri Metropol Belediye Başkanı Doç. Dr. Şükrü Karatepe'nin ve Siirt meydanında hem de cumhuriyetin banisinin ilham kaynaklarından biri olan Ziya Gökalp'e ait bir şiiri okudu diye on ay hapsi uygun görülen R.Tayyib Erdoğan'ın siyasi geleceğinin karartılmak istenmesi; MÜSİAD mensubu DOST sigorta şirketi kurucusu olan iş adamlarının apar-topar DGM'de sorgulanması, "Biz ancak mahkeme-i Kübra'dan korkarız." diyen MÜSİAD başkanı Muhterem Erol Yarar'ın bu konuşmasının DGM'ce incelenmeye alınması, hep bu sürecin ürünleridir.

Sayısal olarak az olduğunu bildiğimiz, neslinin son kalıntısı ve 1930-40'lı yılların yeni hortlakları, bulundukları stratejik makamlar nedeniyle devlet çarkını Müslümanlar aleyhine istedikleri gibi işletmektedirler. Hem de hukuk adına...Jakobence...

Refah Partisi'nin kapatıldığı günlerde "timsahın gözyaşları" nı oynayanlar; "Demokrasilerde bir partinin mahkemece kapatılması iyi bir şey değildir. Partileri halk açar, halk kapatır. Biz siyasi rakiplerimizi sandıkta yenmek isteriz." misüllü kelam-ı kibarlar (!) sarf ettiler. Arkasından grup toplantısında da bu kapatılmayı alkışlarla karşıladılar. Hatta sosyal demokrat kelaynak bir lider de "Refah'ı kapatmakla iş bitmez, onların kökünü kazımak lazım" diyerek Müslümanlara olan ve içinde gizlediği kininin çok az bir kısmını diliyle ifade edip asıl linetini ortaya koymuştu. Aslında dünyanın neresinde olursa olsun İslam'ın yükselişine, hiçbir İslam düşmanı (münafık-kafirin) seyirci kaldığı ve "Ne yapalım halkın çoğunluğu böyle istiyor." dediği vâki olmamıştır. Şimdi Kur'an ölçeğinde bu insanların ruh hallerini/psikolojik yapılarını ortaya koymaya çalışacağız.

Yüce Allah, hayat kitabımız K.Kerim'de şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Kendi dışınızdakilerden sırdaş/dost edinmeyin. Zira onlar, size zarar vermekten geri kalmazlar. Size sıkıntı verecek şeyi ister dururlar. Onların ağızlarından öfke, kin ve düşmanlık taşmaktadır. İçlerinde gizledikleri kin ve düşmanlık ise daha büyüktür. Eğer aklınızı kullanacak olursanız, ibret alasınız diye ayetleri size açıkladık. İşte siz, onlar sizi sevmezken siz onları seviyor ve bütün kitaplara inanıyorsunuz. Onlar sizinle karşılaştıkları zaman "biz de inandık" diyorlar. Yalnız kaldıklarında da, kin ve düşmanlıklarından sanki sizi ısırıyormuşçasına parmaklarını ısırırlar/diş gıcırdatırlar. De ki, "kininizle geberin". Allah şüphesiz kalplerde olanı hakkıyla bilendir. Eğer size bir iyilik dokunsa bu, onları tasalandırır; size bir kötülük dokunsa ondan ötürü sevinirler. Eğer sabreder, Allah'tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır." (1)

Bu portre, izleri ta nefislerin içine kadar işleyen, duygulara hitap eden gizli hisleri, zahiri infialleri, gelip geçici halleri belirten bir portredir. Bu özellikleriyle her yerde ve her zaman tekerrür eden insan tipleri canlandırılmaktadır. İslam cemiyetinin çevresinde bulunan Hak düşmanları arasında bugün ve yarın aynı tiplere rastlarız. Kaç kere acı tecrübeler yüzümüze tokat indirmekte, fakat biz hala ayıkmamaktayız. Defalarca hileci ve dolandırıcıların çeşitli kılıklarla karşımıza çıktığını görmekte fakat ibret alamamaktayız. Arka arkaya Müslümanların ortaya koyduğu dostluklara rağmen içlerindeki kini dillerinden kaçırıverdikleri halde, yine biz uyanamamaktayız. Bu kini, İslam'ın öğrettiği hoşgörü seli dahi temizleyememektedir. Bununla birlikte biz yine dönüyor bağrımızı onlara açıp, onlardan dost ediniyoruz. Onlara güzel görünme ve ruhi hezimet bizde o dereceye ulaşıyor ki, itikadımızda bile onlara hoş görünmek için dini anlatmaktan korkuyor, hayat sistemimizi İslam esasları üzerine oturtmuyoruz. (2)

Yukarıdaki ayetlerin verdiği mesajı şöyle sıralamak mümkündür:
1- Münafık ve kafirler, mü'minlere zarar vermekten hiçbir surette geri kalmazlar. Fırsat buldukları taktirde, her zaman ve her yerde onların işlerini ifsad etmeye, karıştırıp bozmaya çalışırlar.
2- Müslümanlara, dinlerinde ve dünyalarında en büyük zararı vermek isterler, içleri bu istekle yanar tutuşur.
3- Müslümanlara karşı kalplerini dolduran kin ve düşmanlığı, ağızlarıyla da ortaya koymaya çekinmezler.
4- Şu var ki, ağızlarıyla ortaya koydukları bu kin ve düşmanlık, ancak yapabildikleri kadardır. Yapamadıkları fakat içlerinde besledikleri kin ve düşmanlık ise çok daha büyüktür.

İşte bunlar bir takım alametler veya işaretlerdir ki, Müslümanlar; bu işaretler sayesinde gerçek dostları ve kendileriyle gerçek manada dostluk kurabilecek olanları, içlerinde kin ve düşmanlık besleyen münafık ve kafirlerden kolayca ayırd edebilecektir. Bundan dolayı, akıllarını kullananlar, Allah'ın, dost ve düşmanları bir birinden ayırd etmek için yaptığı bu açıklamaların değerini de anlamakta güçlük çekmeyeceklerdir. (3)

Yüce Allah, bu ayetlerle mü'minleri, kendilerinden başkalarıyla, özellikle mü'minler için, içlerinde kin ve öfke taşıyan, Müslümanların durumlarını bozmak için çalışmaktan geri durmayan; müslümanları birlik içerisinde birbirine sevgi besleyip müşriklere ve kafirlere karşı güçlü ve muzaffer görmekten kahrolan; müslümanları ayrılmış, zayıf ve yenilmiş görmekten sevinen kimselerle dostluk kurmaktan sakındırmaktadır. "Ey Rab olarak Allah'a, din olarak İslam'a, peygamber olarak Muhammed (s.a.v.)'e iman edenler! Kendi dışınızdaki yahudiler, Hıristiyanlar, münafıklar ve müşrikler gibi dininizden olmayan fertleri, danışacağınız, sırlarınıza ve işinizin aslından haberdar edeceğiniz sırdaş/dost edinmeyin." denilmektedir. (4)

Münafık kafirlerin portresi Yüce Kitabımız' da bu şekilde resmedilirken Müslümanlar da "Siz öyle kimselersiniz ki, onları yani kendinizden başkasını da seversiniz" denilerek, müslümanın şiarı budur, herkesin iyiliğini isteyen, hayırhah olan, sevgi nazarıyla bakan, haklarını koruyan, fesattan sakınan, kimseye fenalık istemeyen kimseler olarak vasf edilmişlerdir. Buna göre Müslümanların, müslüman olmayanlara karşı bakışları ve muameleleri mü'mine yakışır olduğu halde; müslüman olmayanların Müslümanlara bakış ve muameleleri, inançları gereğince daima ve zorunlu olarak kafirce olur. Bundan dolayıdır ki. hakiki bir müslüman, herkesin işlerinin sırdaşı olmaya layık olduğu halde, müslüman olmayanların, Müslümanlara sırdaş olması hem kendilerine, hem de Müslümanlara zarardır. Müslümanın vicdanı temiz ve geniş, diğerlerinin ise dar ve bulaşıktır." (5)

İslam toplumunda münafık-kafirlerin teşhisi için K.Kerim, Mü'minlere: "Sen onları üsluplarından tanırsın" (Muhammed, 30) diyerek ipucu vermektedir. Onlar dilleriyle kendilerini ele verirler. Satır aralarından ve dillerinin kaymasından anlaşılırlar. (6) Burada; firaset sahibi Müslümanların, münafık-kafirleri konuşmalarından fark edip onları dost ve sırdaş edinmeyerek tedbirli olmalarının gereği vurgulanmıştır.

Al-i İmran 120. ayetinde Müslümanların mükellef olarak sabretmeleri gereken hususlar arasında; onlara iyilik dokunması halinde üzülen, kötülük dokunması halinde de sevinen düşmanlarının kötülüklerine, hile ve desiselerine sabır göstermek ve onların bu kötü davranışlarına aynıyla mukabele etmemek de vardır. Zira K.Kerim'in bu konuda takip ettiği metot, daima kötülükleri iyilikle ve güzel yolla defetmek esasına dayanır. Nitekim Fussilet suresinin 34. ayetinde şöyle buyurulmuştur: "İyilikle kötülük bir değildir. Kötülüğü en güzel olanla sav. İşte o zaman , seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost gibi olur." Ancak düşmanın kötülüğü, iyilikle değişmez ve ortadan kalkmazsa, bu taktirde kötülüğün misliyle defedilmesi gerekir. Çünkü İslam, müslümanın zillete düşmesine rağmen yine de kötülüğe sabretmeyi tavsiye etmemiştir. Nitekim Hz.Peygamberin Beni Nadir yahudilerine uygulaması böyle olmuştur. Yahudilerin, Müslümanlara karşı olan kin ve düşmanlıklarına rağmen, önce onlara karşı yakınlık göstermiş ve onlarla antlaşmalar yapmıştır. Fakat yahudiler, bu antlaşmaları hiçe sayarak Bedir ve Hendek savaşlarında Müslümanlara karşı Kureyş'e ve diğer Arap kabilelerine yardım etmişler, Hz.Peygamberi de öldürmeye kalkmışlardır. Nihayet onlara iyi davranmanın fayda etmeyeceği anlaşılınca, cezalan onlarla savaşmak ve yurtlarından sürülüp atılmak olmuştur. (7)

Münafık-kafirlerin psikolojik yapıları ve bu yapının, onları Müslümanlara karşı kötülük ve bozgunculuk dilemeye sevk edişini dile getiren bu Kur'anî gerçekler ölçüsünde, gerek politik gerekse apolitik insanlarla sırdaş ve dost bağlamında ilişkiye girerken, buna göre hoşgörü ortamı oluşturmak zorundayız. Hoşgörü adı altında küfrün müstekbirlerine/kodamanlarına yaltaklanmanın bir anlamı yoktur. 28 ŞUBAT 1997 sürecinden sonra Türkiye'de demokrasi çıldırmış, hukuk çıldırmış, insan hakları çıldırmış velhasıl insani temele dayalı ne varsa hepsi, resmi ideolojinin ortaya koyduğu statükoyu koruma adına çıldırmıştır. Bu çılgın ortam içerisinde çerçevesini İslam'ın çizdiği dostluklar ve hoşgörü ortamları oluşturulmalıdır. Bizim menfaatimize ve nefsimize hoş gelen dostluk ve hoşgörü ortamları değil...
Selam ve dua ile.

KAYNAKLAR:
1- Al-i İmran Suresi, 118-120.
2- Seyyid Kutub, Fi Zilal'il Kur'an, 2/401 vd.
3- Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Kur'an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, 2/193.
4- Ebubekir Cabir el-Cezairi, Eyseru't Tefasir, 1/481.
5- Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili,, 2/1414.
6- Prof. Dr. Mahmud Hicazi, Tefsir'ul Vadıh, 1/322.
7- Talat Koçyiğit, a.g.e., 2/195 vd.

Devletsiz Din veya Dinsiz Devlet

Mikdat ÖCCÜ
Sayı: 152 / Ağustos 1995

Bir asra yakındır insanımızın zihnine bir takım mesnetsiz, heva ve heves ürünü, klişeleşmiş bir takım hantal sloganlar yerleştirilmiştir.'Din, Allah ile kul arasında bir ilişkidir.","Dine değil, dinin devlet işlerine karıştırılmasına karşıyız","Din ayrı devlet ayrı" gibi bir takım basmakalıp sözler, yaygın ve örgün eğitim yoluyla dimağlara yerleştirilmiştir.

Konumuzla ilgili, çağımızda yaşamış, büyük islam Hukukçularından olan Prof. Dr Abdulkerim Zeydan şunları dile getirmektedir: "Bir çok kimseler, islam Dininin yalnızca ahlaka, insanın Allah ile olan münasebetlerinin düzenlenmesine önem veren dini bir davet olduğunu; bunun ötesinde hayat olayları ile alakalı bir nizamın, devlet ve idare sistemlerinin bulunmadığını sanırlar. Böyle bir iddia islam nizamının reddettiği ve aksini ortaya koyduğu dayanaksız bir görüşten başka bir şey değildir" (1)

islam Hukukunda cezalar, Allah'u Teala'nın emirlerine göre halkı idare, Allah yolunda Cihad, emr-i bil maruf, nehyi anil münker gibi hükümler vardır ki, bunları fertlerin kendileri değil, tabiatıyla fertler üzerindeki hakimiyet hakkına dayanarak devlet uygular. Bu manada İmam İbn-i Teymiyye der ki: Şüphesiz halkın işlerinin velayeti (üslenilmesi) dini vecibelerin en önemlilerindendir. Hatta onsuz yani devletsiz dinin devam ve bekasından söz edilemez. Çünkü Allah (cc) iyiliği emir, kötülüğü yasak etmiş, zulme uğrayanlara yardımı emretmiştir. Adalet ve cihad da farz kılınmıştır. Emirlere uyulması, cezaların konulması, adaletin uygulanması ve cihadın tayini ancak kuvvet ve devlet eliyle mümkün olur" (2). Devletin kurulması ise, zaten kanunların uygulanması için zaruridir.

Toplumu sapma, buhran ve çöküntülerden koruyacak olan aktif kuvvet, hakimiyet sahibi devlettir. Hz. Osman (ra): "Allah, Kur'an ile önlenmeyenin hakimiyetle durdurulmasını ister" demiştir.

İslam'ın devletsiz yaşadığı günümüzde, sırf vaaz ve irşadla toplumun kötüye gidişi önlenememiştir. Vaizlerimiz kürsülerde, hatiplerimiz minberlerde defalarca zinanın, fuhşun, içkinin, adam öldürmenin, insanları aldatmanın hem dünyevi hem de uhrevi birçok zararlarını anlatmışlardır. Ama kötülüklere giden kapıları ardına kadar dayayan, iyilikleri emretmeyen yani "taşları bağlayıp köpekleri serbest bırakan" müşrik sistemlerin hakimiyetindeki insanlar, her gün biraz daha buhrana sürüklenmektedir. Yeşilay Derneğinin içki tüketimi ile ilgili yayınladığı yıllık raporda bir önceki yıla göre içki tüketimi bir milyon litre artarak çoğalmaktadır. Fuhuş pirim yapmakta, vergi rekortmenleri çıkarmaktadır. Genel olarak insanlar ibadetlerin semtine uğramamakta, zekat vermek için eller ceplere inmemektedir.

Devletsiz, bunların böyle olacağını zaten K. Kerim bize haber vermektedir. Yüce Mevla Hac Suresinde: "Onlar, o müminler ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazlarını dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler" (3) buyurmaktadır. Bu ayeti Kerime açık ve seçik olarak ortaya koyuyor ki, ibadetlerin de hakkıyla yerine getirilmesi, kötülüklerin önünün alınması iyiliklerin hakim kılınması için İslami devlet otoritesinin varlığı şarttır, "islam devleti olmadan da İslami ben hakkıyla yaşarım" diyenler yalancıdırlar. Yu-kardaki ayet onların aleyhinedir.

Rasulullah (sav) Hicretle beraber cemaatten devlete geçince, devletin unsurlarının tamamını Medine islam site devletinde oluşturmuştu. Yeni hukuk anlayışına göre devlet manevi şahsiyeti olan, hakimiyet sahibi, belirli bir anayasası bulunan, sınırlı bir ülkeye sahip fertlerden kurulu bir topluluktur" şeklinde tanımlanır. Bu tarifte beliren devlet unsurları:
1- Fertlerden kurulu topluluk.
2- Belirli bir statü ve buna saygı.
3- Sınırlı bir ülkede ikamet.
4- Hakimiyete sahip olma.
5- Manevi şahsiyettir. (4)

Bu unsurlar Hz. Peygamber (sav) in Medine'de kurduğu ilk islam devletinde bütünüyle mevcuttu. Ensar ve muhacirlerden meydana gelen ilk müslümanlar insan topluluğu; bu topluluğun saygı duyduğu nizam, kaide ve hükümleriyle islam hukuku; ikamet ettiği ülke Medine idi. Sahip olduğu hakimiyeti ise, devlet işlerinin idaresinde ve Kamu menfaat ve hizmetlerinde başkan sıfatıyla Hz. Peygamber kullanıyordu. Topluluğun manevi (hükmi) şahsiyetine gelince gayet, açıktı. Çünkü Hz. Peygamber'in devlet başkanı sıfatıyla akdettiği anlaşmalar şahsı ile ilgili olmayıp hükmi (manevi) şahsiyetinin varlığına dayanıyordu. Bu ise doğrudan doğruya devletin manevi şahsiyetiydi.

Medine'de ilk islam devletinin kurulması ile Yüce Peygamberin şahsında şu sıfatlar toplanmış oldu: Allah'tan aldığı emirleri tebliğ etmek (nübüvvet sıfatı); islam Devletinin büyük reisliği sıfatı (Devlet Başkanlığı sıfatı); insanlar arasında adaleti tevzi etmek (yargı sıfatı) böylece şahsında, peygamberlik görevine bağlı olarak yargı kuvveti ile yürütme kuvveti birleşmiş oldu. (5)

Bütün bunlardan anlaşılan şudur ki; islam, bir hayat nizamıdır. Hem din, hem devlettir. Bu dini bizlere getiren Rasulullah (sav) de, hem bir peygamber, hem de camide imam, cephede komutan, devletin başında devlet başkanı ve mahkemede hakim idi.

Şu halde dini devletten soyutlarsanız, din devletsiz kalır ve devlet de dinsiz olur.

KAYNAKLAR :
1-Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İslam Hukukunda Fert ve Devlet, s. 20
2-İbn Teymiyye, es-Siyasetü's Şeriyye, S. 172-173
3-Hac Suresi: 41
4-Dr. Mustafa Kamil, Şerhu'l Kanun-ud Düstüri, s. 25-26
5-A. Zeydan, a.g.e, s. 28

Ümmeti Çağdaş Yezidlerden Kurtaralım!

Mikdat ÖCCÜ
Sayı: 154 / Ekim 1995

İslam toplumunu bir arada tutan tutkal, Rabbani ilkelerdir. Tevhid ortak paydasında bir araya gelen müslümanlar, anlaşmazlıklarını Allah (cc)'ın ve Resulü (sav)'nün koyduğu ilkeler doğrultusunda halleder. (Nisa 59). İslam'ın ana ilkeleri etrafında saf saf olan mü'minler, ayrıntılarda farklı düşünüp farklı uygulamalar yapabilirler. Bu rahmet ve zenginliktir. (Kardavi - İhtilaflar karşısında İslamı Tavır, s. 73 vd.)

Kim ne derse desin Anadolu topraklarında bin yıl İslam Nizamı hakim olmuştur, islam tutkalıyla toplum, asırlarca huzur bulmuştur, Geçmişimizi1923'ten başlatan nesli güdükler istemese de insanımızın ezici çoğunluğunun gönlü İslam'dan/ Kur'an'dan yanadır. İnsanımızı üç kategoriye ayırsak, gerçek İslami; ihanetinden, gafletinden ve cehaletinden dolayı karşı görünenlerle karşılaşabiliriz. ihanetinden dolay, Ulam nizamına karşı olanlar, sayıca adları zikre bile değmezken sermayeyi ve medyayı iyi kullanma gibi avantajları olması açısından diğerlerini de yıllarca yanlış yöne kanalize edip etkilemişlerdir.

Bunlar, Ebu Cehil mantığı ile hareket edip "Konuşturmayın vurun söyletmeyin susturun" diyen fanatik laiklerdir. Bir taraftan "efendim toplum barışını ayakta tutmak zorundayız. Bizler aynı gemide seyahat eden insanlarız. Laik-antilaik çatışmasına yol açacak girişimlerde ve tahriklerde bulunmayalım" derken diğer taraftan müslümanlar kadınıyla-erkeğiyle inançlarını yaşamaya başladığında laiklik ve Kemalist ilkeler elden gidiyor; yetkililer, savcılar uyuyor mu? Çığlıkları atmaktadırlar.

"Biz başörtüsüne karşı değiliz, isteyen istediği gibi giyinsin ama devletin herhangi bir kurumunda bir görev almak istiyorsa, subay veya astsubay eşiyse, ya da okul yönetmeliklerinde bu konuyu düzenleyen ilkeler varsa buna da uymak gerekir" diyerek paradoksal tutum sergilemektedirler. Hatta daha da ileri gidip "laikliği korumak için gerekirse kanımızın son damlasına kadar mücadele ederiz" diyerek tehdit savuran laik yobazları da tanırız. Bu şekilde tehditkar üslupla yangına körükle giden, müslümanları tahrik eden "bu kafa" sonra da utanmadan "Laik-antilaik çatışmasına meydan vermeyelim" ifadeleriyle iki yüzlülüklerini ortaya koymaktadırlar.

Başörtülü okul birincilerine, mezuniyet törenlerinde konuşma hakkı vermeyerek, başörtülü avukatları baro listesinden silerek, namaz kıldıktan veya eşleri tesettürlü diye subay ve ast-subayları ordudan atarak, meydanlarda "kahrolsun şeriat" diye bağırıp tansiyonu yükseltip toplumsal gerilime sebep oluyorsunuz sonra da yavuz hırsız misali ev sahibine baskın çıkıyorsunuz. Yutmazlar efendiler bunu yutmazlar... Sen beşeri ilkeler uğrunda ölmeyi göze alıyorsun, kanının son damlasına kadar mücadele edeceğini -tehditler savurarak- söylüyorsun da Müslümanların Rabbani ilkelerin korunması ve hayata hakim kılınması konusunda pasif mi kalacaklarını sanıyorsun.

Üstelik "Sizin ölüleriniz cehennem, müslümanların ölüleri cennet adayıdırlar".

"Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize" ama kendi şekiller laik ilkelerinizi yaşarken, müslümanın ilahi nizamı yaşamasına engel olmaya çalışırsanız neticesine katlanmak zorundasınız. Bizim inancımızda "sağ yanağa tokat vurulunca sol yanağı dönme" felsefesi yoktur. Tatlı dilden, insanlıktan, erdemden, faziletten anlamayana anladığı dilden konuşulur.

Yetmiş yıldır halka rağmen devlet idare ediyorsunuz. Halkın ezici çoğunluğunun inananı bir tarafa bırakıp SAM amcanızın ilkelerini dayatmaya çalışıyorsunuz. Fakat doku uyuşmazlığı nedeniyle bir türlü kabullendirmiyorsunuz. "Her şey aslına rücu eder" kaidesi gereğince artık halkımız islam gerçeğini anlama ve sizlerin maske gerisi çirkin suratlarını görme sürecine girmiştir. Sizler istemeseniz de eninde-sonunda islam güneşi bu topraklar üzerinde tekrar doğacaktır. Işık huzmeleri sizin de gözünüzü kamaştırıyor sanırım.

Toplumumuzda gafletinden veya cehaletinden dolayı islam nizamına karşı çıkıyor gözükenlere gelince; bunlar alnı secdeli, ağzı oruçlu, zenginse hac ve zekat ibadetini de yerine getiren, cami, okul, çeşme yaptıran insanlarımızdır. Cami cemaatini oluşturanların çoğu bunlardandır, İslam'ın siyasi cephesi bunlara ya unutturulmuş veya çarpıtılarak sunulmuş.
Bu insanlarımız, kendilerine dayatılan laik eğitimin etkisiyle dini devlete karıştırmayı kekremsi gören, İslamı 32 farzdan ibaret sanan, inançları yaralanmış "yanlış müslümanlar" dır. Allah'ın kitabı ve Rasulü'nün sünnetinden misaller verilerek İslam gerçeği anlatıldığında asıllarına rücu etmekteler. Onların gönülleri İslam'dan yanadır; her ne kadar kılıçlarını tağuttan yana kullansalar da...

Yezid' in komutanı Ömer b. Şad, Hz. Hüseyin'in kellesini getirmekle görevlendirilir. Ordusuyla Kerbela' ya gelir. Karargah kurar, bir kaç gün savaş başlamaz. Bu arada vakit namazlarında Hz. Hüseyin İmamlık yapar, Yezid' in komutanı Ömer b. Sa'd da ona uyar. Hz. Hüseyin "Ey Ömer, ben seni anlayamıyorum. Benimle savaşmak için görevlendirildin. Fakat benim imamlığıma tabi oluyor arkamda namaz kılıyorsun, bu ne biçim iş? deyince, Ömer b. Şad: "Ya Hüseyin! Her ne kadar kılıcımız Yezid için çalışıyorsa da gönlümüz senden yana" diye cevap verir. Bugün de çağdaş Yezidler müslüman halkın gönlünü ve amelini allak bullak ermiştir. Onların bir kısmının gönlü olmasa bile kılıçlarını tağuti rejim için kullandırmaktadırlar.

Burada Şeriatçı müslümana düşen, bu Yezidler' in etki alanlarını daraltmak, onların tahriflerinden bu ümmeti kurtarmak için mütehassıs doktor edasıyla bu "yanlış müslümanlara" şefkat, merhamet, müsamaha ve teenni ile yaklaşmaktır. Allah'ın izniyle sonunda görülecektir ki, bu 'yanlış müslümanlar' da rafine edilip İslam ümmetinin has elemanı olacaktır. Ra'd suresi 11. ayetteki "Bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez" hükmü gereğince, siz toplumu islam lehine değiştirdiğiniz zaman islam devletini de kucağınızda bulacaksınız.

Ne mutlu sabırla ve tahriklere aldırmadan gereğini yaparak bu kutsal görevi yerine getirenlere!!!


İmani Konularda Bilgisizlik Mazeret midir?

Mikdat ÖCCÜ
Sayı: 166 / Ekim 1996

Günümüzde, siyasi veya fikri yelpazenin herhangi bir yerinde yer alan insanımız, daha sonra inkılab geçirip yeni bir İslami boyut kazanınca önceki hayatını küfür veya şirkle itham ermektedir. Daha açık bir ifade ile, önceki fikri hayatında da "müslüman" olduğunu, devamlı olmasa da ara sıra ve cumaları namaz kıldığını, orucunu mümkün mertebe tuttuğunu, dinin haram ve helallerine gereken titizliği gösterdiğini fakat, dünya görüşü olan beşeri ideolojilerin kurucu ve savunucusu olan siyasi liderlerin peşinden gittiğini, İslam'ın devlet öneren bir din olduğu bilgisinden mahrum bulunduğunu, bundan dolayı da şirke düşmüş olduğunu ifade eden arkadaşlarımızın sayısı az değildir. Bugünkü bilgi donanımı ve şuurlu İslami yapıyla geçmişini değerlendiren kardeşlerimizin bu tesbitleri acaba doğru mu? Başka bir ifade ile, bilgisizce, İslami birtakım söylemler yerine, beşeri söylemleri oturtmak müslümanı kafir veya müşrik yapar mı?

Kendi irade ve ihtiyarı ile, herhangi bir baskı ve zorlama olmaksızın, küfür olduğunu bilmediği bir sözü ve düşünceyi söyleyen kimsenin küfre girip girmediği ihtilaflıdır. Bir kısım Hanefi fıkıhçısı, bilgisizliğin mazeret olmadığını ileri sürerek cehalet sebebiyle küfrü gerektiren sözü söyleyenin kafir olduğunu söylemiş, bir kısmı da bilgisizliğin mazeret teşkil ettiğini ve bu mazeret sebebiyle küfür kelimesini söyleyen kişinin tekfir edilemeyeceğini savunmuştur. (1)

Bilgisizliği sebebiyle küfür olduğunu bilmediği bir sözü söyleyen kişinin tekfir edilmemesi, bilgisizliğin mazeret teşkil ermesi şeklindeki fetva İslam'ın müsamaha anlayışına daha uygundur. Üstelik Hanefiler arasında, fetvaları oldukça kabule şayan görülen İmam Fahreddin el Hasan b. Mahsur'un, "Fetava Kadıhan" isimli eserinde bu konudaki her iki görüşü, yani bilmeden küfür kelimesini söyleyenin kafir olacağı veya olmayacağı fetvasını zikretmiş fakat iki fetva arasında tercih yapmamıştır. (2) Bu durum her iki fetvanın isabet nisbetinin eşit olması demektir.

Kişiyi küfre nisbet etmek imam Gazali'nin dediği gibi tehlikelidir. (3) Halbuki tekfir yerine susmayı tercih etmekte bir tehlike yoktur. Ayrıca imam Muhammed'in "es-Siyerul Kebir" isimli eserinde, İmam Ebu Hanife'den şu şekilde bir rivayet vardır "bir kişi, kalbi o şeyin küfür olduğuna inanmazsa, küfür kelimesini söylemekle kafir olmaz" (4).

Taftazani ise " Şerhu'l Akaid' de bilgisizlik sebebiyle helala haram diyenin kafir olmayacağını" söyler. (5) O'nun bu görüşü sonrakiler tarafından da benimsenmiştir. (6)

Günümüzde, münevverler ve halk arasında bilgisizlik, yeterince aydınlatılamama, İslam tebliğinin kendilerine yeter derecede ulaşamaması gibi sebeplerle, bir takım küfrü gerektiren sözler söylenmekte, bundan dolayı bunlara karşı biraz sert bir tutum takip edilmekte, haklarında ileride tam bir müslüman olma ümidi beslenen pek çok kişi tekfir edilerek, dinden soğutulmaktadır. Günümüz insanına İslami yeterince anlatamadığımız bir gerçektir.

Onun İslam' dan habersiz yetişmesinde ailesi, çevresi, toplum ve medya kadar ona İslamın rahmet afv ve müsamaha dolu kucağını açmak suretiyle, gerekli olan İslami bilgileri vermeyen tebliğciler de suçludur. Yani bilgisiz kaldığı için, küfrü gerektiren sözü söyleyen kimsenin yan yarıya suçsuz olması onu bilgisiz bırakan müslüman-lardandır. İtikadi konularda bilgisizliğin mazeret olduğunu kabul eden fetva günümüzde tercihe daha layıktır. Adı geçen fetva gereğince, çeşitli sebeplerle, İslamiyet hakkında yeterli bilgi edinememiş ve bu sebeple küfrü gerektirecek söz söylemiş şahsı hemen tekfir etme yolunu tutmamalı, bu sözünde hatalı olduğu ve İslamın bu konudaki görüşü kendisine anlatılmalı yani İslamiyet kendisine tam anlamıyla tebliğ edilmelidir.Yeterli bilgi kendisine verildikten sonra hatasından dönmeyip, söylediği sözde ısrar ederse o zaman tekfir yolunu tutmak daha uygun bir davranış olur. (7)

Bütün bunlardan anlaşılmalıdır ki, geçmiş döneminde bilmeyerek küfrü gerektiren fikirler taşıyan kardeşlerimiz, bunların küfür olduğunu öğrendikten sonra eski görüşlerine tevbe ederek vazgeçmişlerse, o dönemlerini şirk veya küfürle itham etmenin bir anlamı yoktur. Eğer "iman bütün günahları siler götürür" diyerek, o dönemlerini küfür dönemi kabul edip şuurlandıktan sonra "iman dönemi" nin başladığını savunarak geçmişin hesabından kurtulmayı hedefliyorsa bu doğru değildir. O dönemde işlediği günahlara da tevbe edip, ihmal ettiği farzları kaza ederek tamamlamalıdır.

Kaynaklar:
1. Aliyyu' l Kari, Şerhu'l Emali. s.33 ; el-Alemgiriyye , el- Feteva' i Alemgiriyye, 2/276
2. Aliyyü' l Kari. a.g.e. s.33
3. İmam Gazali, Faysalu't Tefrika s.56
4. Yahya b.Ebi Bekr.Fil Akaid ve Elfazi'l Kufr, Vr,6.b
5. Taftazani, Şerhul Akaid, s.190
6. Aliyyü' l Kari. Şerhu Fıkhı' l Ekber s.126;
7. Saim Kılavuz, İman-Küfür Sınırı, s.188

İslam'da Şura ve Bağlayıcılığı

Mikdat ÖCCÜ
Sayı : 160 / Nisan 1996

Şûra, İslam devletinin ve cemaatinin ana unsurlarından birini teşkil eder. İstişare ile hareket etmek aynı zaman da müminlerin sıfatlarından biridir.Bu ana ilkeye Kur'an-ı Kerim'de iki yerde doğrudan doğruya temas edilmiştir. Bunlardan birisi Şûra Suresinin 38. ayeti olup mü'minlerin sıfatlan konu edilirken "Onların işleri, aralarında şura iledir" diye buyurulmaktadır. Bu ayet Mekke devrinde nazil olduğu için islam devletini ilgilendirdiği gibi aynı zaman da İslam cemaatini de ilgilendirmektedir.(1)

Diğer ayet ise, Rasûlullah'ın şahsında bütün islam devlet başkanlarına ve idarecilerine hitaben Âl-i İmran Sûresinin 159. ayet-i kerimesidir ki, bu ayette "iş hususunda onlarla müşavere et" diye buyrulmuştur. Bu ayette geçen emrin farz mı yoksa müstehab mı? olduğu konusunda islam alimlerince ihtilaf edilmiştir. Fakat ayetin zahiri anlamının farz ifade ettiği bunun için, hakkında kesin bir nass bulunmayan meselelerde karar verirken istişare edilmesinin şart olduğu beyan edilmiştir. Nitekim bütün müfessirler ve alimler de ittifakla kabul etmişlerdir ki,Hz.Peygamberin kendisine vahiy nazil olduğu hususlarda ümmeti ile istişare etmesi caiz değildir. Çünkü nass karşısında rey ve kıyas batıldır (2).

Diğer hususlarda ise istişarenin, Rasulullah için mendub yani şeriatça yapılması uygun görülen olduğunu ve bağlayıcı bir taraf olmadığını kabul etmiş olsak dahi ümmeti için vücub ifade ettiğinde yani farz olduğunda şüphe yoktur (3).

İslam devlet başkanı veya cemaat lideri, şûra meclisinin kararlarını yerine getirmekle mükellef midir? Devlet başkanının veya cemaat liderinin görüşü ile şûra üyelerinin görüşü arasında herhangi bir fark yoksa mesele gayet açıktır. Yürütme organı, şûra meclisinin vermiş olduğu kararlan yerine getirir. Ancak devlet başkanı veya cemaat lideri ile şûranın tamamı veya ekseriyeti bir konuda ihtilafa düşerlerse ve farklı görüşlere sahip olurlarsa durum nasıl çözümlenecektir?

Bu konuda üç çözüm şekli ortaya konmuştur: 1. HAKEM USÛLÜ:
Sözkonusu olan olayı müzakere etmek ve karara bağlamak üzere ihtisas sahibi fıkıh âlimlerinden oluşan bir komisyon kurularak ona havale edilir ve onun vereceği karara uyulur. Nitekim Hz. Ömer'in Şam'ın fethinden sonra beldeyi teftişe giderken, yolda kendisine haber verilen şehirdeki veba salgını dolayısıyla başvurduğu yol budur. (4)

2. ÇOĞUNLUK USÛLÜ: Buna göre devlet başkanı veya cemaat lideri, şûra meclisi üyelerinin çoğunluğu teşkil eden tarafın kararlan ile bağlıdır. Bunları uygulamaya koymak zorundadır. Uhud harbi ile ilgili Rasûlullah'ın istişaresi buna örnektir.

Asrımızın fakihlerinden Abdülkadir Udeh de bu usûlü kabul edenlerdendir. Bu anlayış, zamanımızda uygulama sahası bulunan çoğulcu demokrasi tarzına uygun düşmektedir. Ancak, islam idaresi ile günümüzün laik anlayışı üzerine bina edilmiş bulunan idare tarzları birbirinden çok farklıdır. Bunun için İslam'ın şartlarına göre yetiştirilmeyen ve terbiye edilmeyen bir toplumda çoğunluk usûlünün ortaya çıkaracağı neticeler, İslam'ın prensiplerine göre verilmiş kararlar gibi görülmemelidir (5)

3. DEVLET BAŞKANININ GÖRÜŞÜNE UYMA USÛLÜ: Bu temel görüş, devlet başkanının birinci derecede sorumluluk taşıması esâsına dayanır. Çünkü başkalarının görüşüne uyarak hareket eden bir kimsenin, neticeden bizzat sorumlu olması akli ve mantıki değildir. Bu bakımdan caiz görülmemektedir. Bu durumda:
a) islam devlet başkanının veya cemaat liderinin, şûranın hükmettiğine razı olmaması halinde, hakem usulüne başvurulmalıdır.
b) Devlet başkanına, gerekli gördüğü taktirde referandum hakkı verilmelidir.
c) Savaş ve benzeri acil hallerde kendi görüşünü tercih hakkı sağlanmalıdır (6)
Konunun burasında, şûra üyelerinin seçimi ile ilgili ilkeleri de ortaya koymak gerekmektedir. Şûra üyeleri, herkesin güvenine nail olmuş belirli kişiler olmalı ve devlet başkanı veya cemaat lideri dilediği kimseleri tayin etmelidir (7) Müşavere doğrudan doğruya umum halk ile mi yapılır yoksa halkın temsilcileri ile mi?

Bu temsilcileri avam mı seçer yoksa ileri gelen havas tabaka mı seçer?

Bu şûra üyelerinin secimi bütün memleketi mi kapsar, yoksa devletin başında bulunan kimse tarafından mı seçilir?

Bu seçim rey toplamak suretiyle mi olur, yoksa ehil olanlar kendi kendilerine mi ortaya korlar?
Şûra meclisi tek dereceli mi olur yoksa iki dereceli mi olur?

Bütün bu soruların cevabı her toplumda ayrı ayrı ele alınmış ve değişik şekillerde uygulama sahası bulmuştur (8)

Ancak, İslami esasları bilmeyen ve adalet sıfatı ile vasıflanmayan kimselere, böyle bir vazifenin verilmesi sözkonusu olmadığı gibi, aynı zamanda şura ehlini seçmeleri de mümkün değildir. Çünkü değer yargılan İslami ölçülere göre şekillenmemiş bulunan kimseler, kimi, ne maksatla seçeceklerini bilemezler, öyle olunca da bu vazife ehil olan kimselerle, bunların seçimini yapacak olan kimseler, İslami kültür ile yetişmiş ilim ve amel sahibi olmak zorundadır.(9)

Şûra meclisi üyeleri, herhangi bir konu hakkında karar verirlerken kendi iradeleri ile ilmi metotları kaynaştırmak zorundadırlar. İlmî hiç bir araştırma yapılmadığı zaman ortada karar vermek için sadece hissi bir durum kalır ki, bu da meselenin çözüm yolu değildir.,İlmin iradeye tabi olması ile, iradenin ilme tabi olması arasında çok fark vardır. Bunun için şura meclisi, birinci planda ilmi metotla hakkı araştırmak ve ilahî iradenin tecellisine uymak zorundadır. Bu, yüce iradelerini ve kendi temennilerini açığa çıkarmaya değil, hakkın hükmünü ortaya koymaya memurdurlar. Yoksa ortada istişare değil, muhtelif iradelerin birbiri ile münakaşası ve çekişmesi söz konusu olur. Bu gelişme, hayrın ikamesini temin etmek için Allah'ın hükmüne irca olunmadıkça çeşitli fırkaların anlaşmazlıktan devam eder. Bundan dolayı bugün gaye, hayrın ikamesi noktasında birleşmek zorundadır (10).

Şûra meclisinin karar verebileceği konular tamamen zaman, zemin ve şartların ihtiyaç sekline bırakılmıştır. Buna göre islam cemiyetinin hayatında istişare prensibi nasıl tahakkuk edecekse öyle yapılır (11).

Bu konuda dikkat edilmesi gereken en önemli özelliklerden biri şura meclisi üyelerinin gerekli ehliyete sahip olması, diğeri de konu hakkında, kitap ve sünnette bir nassın bulunmamasıdır (12).

Görüldüğü gibi şûra üyeliği ve istişare ciddi bir iştir. Kararda isabet kaydetmek ve hata payını asgariye çekmek için islam devlet başkanı ya da islam cemaat liderinin istişareyi bir Fantezi olarak değerlendirmemesi gerekir. Rasulallah (S.A.V.) için mendub olan bu olayın, O'nun izinden gidenlere vacib olduğu inancıyla istişari kararlara uymalı, aciliyet arz eden hususlarda sorumluluk kendine ait olmak üzere kendi görüşüyle amel etmesinin dışında, çoğunluğun görüşünü tercih etmeli ya da hakem usulü ile sonuca gitmelidir. Bu uygulama, hem sorumluluğu şura ile paylaşmanın, hem de lider sultasına yani "tek adam" otoritesine giden yolu kapatmış olur.

Bundan dolayı Rasûlullah (SAV.) de istişarenin önemini şöyle vurgulamıştır. Hz. Ali (R.A.), Rasulullah'ın "Ey Allah'ın Resulü bana hakkında herhangi bir hüküm inzal buyurulmayan ve senin sünnetinde de varid olmayan bir mesele arz edilse nasıl hareket etmemi emredersiniz" dediğinde, Rasûlullah da cevaben:

"Müminlerden müteşekkil bir ibadet ve fıkıh ehli arasında istişare meclisi kurarak ona havale edersin, özel olarak kendi reyinle hüküm verme".(13) diye buyurmuştur. Ebu Hureyre (R.A.)'ın rivayet etmiş olduğu bir hadiste de yine Rasulullah konumuzla ilgili şöyle buyurmuştur: "Emirleriniz en hayırlılarınız, zenginleriniz en cömertleriniz ve işleriniz de aranızda şûra ile olduğu vakitte yerin üstü sizin için altından daha hayırlıdır. Emirleriniz en şerlileriniz, zenginleriniz en cimrileriniz olduğu, işleriniz de kadınların elinde kaldığı zaman yerin altı üstünden daha hayırlıdır".(14)

Kaynaklar:
1. Dr. Abidin Sönmez, Şura ve Rasulullah'ın Müşaveresi, 1984, s. 15.
2. Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, 2/1216.
3. Fahreddin er-Razi, Mefatihu'l-Ğayb, 2/296; Elmalılı a.g.e., 2/1217.
4. Buhari, Sahih, Kitabu't -Tıb, 30; Müslim, Sahih, K. Selam, 98.
5. A Sönmez, a.g.e., s. 154.
6. Prof. Abdülkerim Zeydan, el-Ferdü ve'd Devle, t. 26.
7. Mevdudi, İslam'da Hükümet, Trc. Ali Genceli, s. 490.
8. Mevdudi, a.g.e., s. 489; İslam Peygamberi, 2/161.
9. A Sönmez, a.g.e., s.131.
10. Elmalılı, a.g.e., 2/1215 vd.
11. Seyyid Kutub, Fi Zilal'il Kuran, 13/136.
12. A Sönmez, a.g.e., s. 127.
13. Ruhul meani, Alusi, 7/530; R. Rıza, Tefsirul-Menzir 4/196.
14. Tirmizi, Sünen, K. Fiten, 78, Hadis no: 2266.

...:: RİBAT DERGİSİ ::...

  ANASAYFA
b a
 • Abdullah BÜYÜK
 • Ali ESEN
 • Ali AKPINAR
 • Halil ATALAY
 • İlyas KAPLAN
 • Mithad ÖCCÜ
 • Mustafa ÇELİK
 • Ramazan TAHA
 • Ribat Yazıları
 • Selman YİĞİT
 • Veyis ERSÖZ
 • ANASAYFA
MURABIT