EMANET ve EHLİYET - İSLÂM İLMİHÂLİ

VAKIF'IN TARİFİ, HÜKMÜ VE MÂHİYETİ - VAKFIN ŞARTLARI - KEFÂLET'İN TARİFİ VE MÂHİYETİ - HAVALE'NİN TARİFİ VE MÂHİYETİ - ÂRİYET'İN (ÖDÜNÇ VERMENİN) ÖNEMİ

VAKIF'IN TARİFİ, HÜKMÜ VE MÂHİYETİ

2008- Önce kelime üzerinde duralım. Vakıf; "Habsetmek" manasına olup "Vakafe" fiilinin masdarıdır. Bundan dolayı mahşerde insanların hesap vermeleri için hapsedildikleri yere "Mevkıf" denilmiştir. Çoğulu "Evkâf"dır.(79) Istılâhta: "Bir mülkün menfaatini insanlara tahsis edip; aslını Allahû Teâla (cc)'nın mülkü hükmünde olmak üzere, mülk edinme veya edindirmeden alıkoymaktır"(80) şeklinde târif edilmiştir. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha) indinde vakıf; tıpkı âriyet gibi câizdir, lâzım değildir. İmameyn'e göre; "vakıf lâzım ve sabittir, vakfedenin onu iptal etmesi caiz değildir."(81) Fûkaha; fetvanın İmameyn'in kavline göre olduğunu tasrih etmiştir.

2009- Feteva-ı Hindiyye'de: "Vakfın sebebi; Allahû Teâla (cc)'nın rızâsını taleb etmektir"(82) hükmü kayıtlıdır. Esasen vakıf hadisesi; Allahû Teâla (cc)'ya iman ve hesab gününe hazırlanma şuuru ile yakından alakalıdır. Nitekim ilk vakıf; Hz. İbrahim (as)'in gayretiyle vücûd bulmuştur.(83) "Halilü'r-rahman"vakfının özelliği budur. İmam-ı Şafii (rha): "Allahû Teâla (cc)'nın rızasını kazanmak maksadıyla yapılan vakıf; câhiliyet ehlinden sâdır olmamış, müslümanlar tarafından vâki olmuştur"(84) hükmünü zikreder.

2010- Kur'ân-ı Kerîm'de: "Siz sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcayıncaya kadar aslâ iyiliğe ermiş (Birr-i taat etmiş) olamazsınız. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilicidir"(85) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu ayetin inzâlinden sonra; Sahabe-i Kiram sevdiği malları infâk etme hususunda birbirleriyle yarışa girmişlerdir. Hz. Cabir (ra): "- Ben hicret edenlerden veya ensardan; mal sâhibi, olup da, vakıf veya tasaddukta bulunmayan hiç kimseyi tanımıyorum" diyerek, sahabenin vakfa ne kadar önem verdiğini izah etmektedir.(86) Esasen Resûl-i Ekrem (sav)'in Medine'de bulunan ve kendi özel mülkü olan; "Fedek Arazisini", fakir mü'minlerin ihtiyaçlarının karşılanması için vakfettiği bilinmektedir.(87) Hz. Ömer (ra)'in en kıymetli malı "Hayber"de bulunan hurmalığıdır. Resûl-i Ekrem (sav)'e gelerek: "- Ey Allah'ın Resûlü!.. Hayberde öyle bir hurmalık elde ettim ki, ondan daha güzeli şimdiye kadar elime geçmemişti. Bana bu hurmalığı ne yapmamı emredersiniz?" diye sordu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav): "Onu aslı ile birlikte tasadduk et!.. Eğer böyle yaparsan o (hurmalık) satılamaz, hibe edilemez ve hiç kimse ona (hurmalığa) vâris olamaz"(88) buyurdu. Hz. Ömer (ra) bunun üzerine "Satılmamak, hibe edilmemek ve mirâsa konu olmamak şartıyla hurmalığın gelirlerini; fakirlere, akrabaya, kölelikten kurtulmak isteyenlere, Allah yolunda savaşanlara, yolda kalmışlara ve müsâfirlere harcanmak üzere vakfetti. Ona bakan kimse (Mütevelli) iyilikle yiyebilir ve dostuna da yedirebilirdi". Dikkat edilirse; vakfedecek kimsenin, nelere riâyet etmesi gerektiği bu hâdisede açıkça görülmektedir.

2011- Vakfedilen malın; alış-verişe, hibeye ve mirâsa konu olmayacağı hususunda ittifak vardır. Zira vakıfta asıl olan belli bir süre ile sınırlandırılmamasıdır.(89) Nitekim İbn-i Abidin: "Vakıf, muvakkat olarak yapılırsa câiz olmaz. Meselâ: Bir kimse "Şu hanemi bir gün veya bir ay müddetle vakfettim" dese, bu vakıf sahih olmaz. Çünkü vakfın, ebedi olması şarttır"(90) hükmünü zikreder. Esasen vakfın hükmü: Vakfedilen şeyin; vakfeden kimsenin mülkünden çıkması ve Allahû Teâla (cc)'nın mülkü hükmüne girmesidir.(91) Bu sebeble; alış-verişe, hibeye ve mirâsa konu olamaz.

2012- Mülkünden bir kısmını vakfetmek isteyen kimse; vakfedeceği şeyin mâhiyetini, ne için vakfettiğini (Fakir, miskin vs..) ve nasıl kullanılması gerektiğini kat'i olarak beyan etmelidir. Vakfın rüknü; mülkün vakfedildiğine delâlet eden hususi lâfızlardır. Bahru'r Raik'te de böyledir"(92)

VAKFIN ŞARTLARI

2013- Dürri'l Muhtar'da: "Vakfın sahih olmasının şartı diğer teberrularda olduğu gibi hür ve mükellef olmaktır. Vakfın haddi zatında kurbet, mâlum, muayyen ve müneccez olup, ta'lik edilmiş olmamasıdır. Fakat haddi zatında mevcut olan şeye ta'lik edilmiş olursa, bu ta'likin zararı olmaz. Vakıf, gelecek zamana nisbet edilmemelidir. Vakıf, muvakkat olmamalıdır. Vakıf'ta hıyar-ı şart bulunmamalıdır. Bir de vakfedenin; vakfettiği şeyin satılıp parasının kendi ihtiyacına sarfedilmesini şart koşmamasıdır. Eğer vakfeden böyle bir şart koşarsa bâtıl olur"(93) hükmü kayıtlıdır. Dikkat edilirse; vakfın sahih olabilmesi için; hem vakfeden şahısta, hem vakfedilen malda, hem vakfın zamanı hususunda (ve vakfın gayesi noktasında) birtakım şartlara ihtiyaç vardır. Vakfeden kimsede "Müslüman olma" şartı aranmamıştır.(94) Ancak Müslümanın vakfının sahih olmasında; vakfın şer'i şerife göre ibâdet (Kurbet) olması şartı aranırken. Zimmi'nin vakfının sahih olması için; hem biz müslümanlara göre, hem de kendi dinine göre kurbet olma şartı getirilmiştir. Nitekim zimmi'nin evini; havra veya kilise olarak vakfetmesi bâtıldır. Muhıyt'te de böyledir.(95) Ancak zımminin; kendi dininden olan fakirlerin ihtiyaçlarının karşılanması için yaptığı vakıf sahihtir. Çünkü her iki şart da mevcuddur. Mürtedin; riddet halinde iken yaptığı vakıf sahih değildir. Zira mülkiyeti; mevkûf olarak elinden gitmiştir.

2014- Şimdi vakfın nasıl teşekkül edebileceği konusu üzerinde duralım. İslâmi bir yönetimde; mükellef, gönül huzuruyla malının bir kısmını vakfedebilir. Zira gerek kendisi hayatta iken, gerek ölümünden sonra; Kadı (İslâm'a göre hükmeden hakim) vakfın her türlü işini tâkip eder. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha) iki yoldan birisiyle vakfın lâzım olacağına hükmetmiştir.

Birincisi: Bir kimse usûlü dairesinde mülkünün bir kısmını vakfetmek isterse; selâhiyetli bir kimseye (Kadı'ya) mürâcaat eder. Kadı (Hakim) vakfın luzûmuna hüküm verirse, vakıf gerçekleşir.
İkincisi: Bir kimse; ölümünden sonraya nisbet ederek "- Ben öldüğüm zaman şu mülküm fülân cihete vakfedilsin" deyip, bundan dönmeden ölürse, terekesinin üçte birinden mûteber olmak üzere lâzım olur. Çünkü böyle bir vakıf; vasiyyet hükmündedir. Vasiyetin cevazı ve luzûmu şer'an sâbittir. İmameyn'e göre dört yoldan birisiyle vakfedilen şey, vakfedenin mülkünden çıkar, vakıf olması lâzım ve sâbit olur.

Birincisi: Ulû'lemr (Sultan) tarafından tâyin edilmiş, selâhiyetli bir Kadı'nın (Hâkim'in) hükmüdür. Artık hükümden sonra vakıfdan dönme imkânı yoktur. Çünkü bu hüküm kat'i olarak bağlayıcıdır, ictihada (Dönme hususunda) imkân yoktur.
İkincisi: Ölüme ta'lik edilmiş vakıftır. Vakfedenin hayatta iken; ölümünden sonra, mülkünün bir kısmının vakfedilmesini vasiyet etmesiyle gerçekleşir. Ancak bu malının üçte birini aşamaz.
Üçüncüsü: Bir kimsenin: "- Şu mülkümü hayatımda ve ölümümden sonra fülân cihete vakfettim" demesiyle sâbit olur.
Dördüncüsü: Daha yapılırken (Mescid cami vs. gibi) vakfedilen mülktür. Sahih olan kavle göre; mescid inşaatına başlamadan Ulû'lemr'den izin talep etmek gerekir. Bu vakıf'dan da dönülemez.(96) Fukahâ; vakıf yapan kimsenin, belli şartlar ileri sürecekse mutlaka kadı'ya (Hâkim'e) müracaat etmesi gerektiği hususunda müttefiktir. Ancak hiçbir şart ileri sürmeden; güvendiği kimseleri mütevelli tâyin ederek, vakıf kurabilir. Bu durumda Kadı'ya mürâcaatının şart olup-olmadığı hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Essah olan kavle göre; şart değildir. Feteva-ı Hindiyye'de: "Müteahhirin ûleması "Vakfeden kimse, vakıf senedinin sonuna: "Hakikaten bu vakfın sıhhatine ve lüzûmuna Kadı'lardan (Hâkimlerden) bir kâdı, hüküm verdi" diye yazar ve fakat ismini (Kadı'nın kim olduğunu) zikretmezse, bu da câizdir. Sahih olan Şemsü'leimme Serâhsi'nin kavlidir. Feteva-ı Kadıhanda da böyledir. Uygun olan vakfeden kimsenin, vakfı ölümünden sonraya bırakması ve vakfedeceği malı mülkiyetinden çıkarmamasıdır. Böyle yapmazsa, bi'licma vakfedilen mal, vakfedenin mülkünden çıkar"(97) hükmü kayıtlıdır. Vakfın sıhhati açısından Kadı'ya (Hkim'e) müracaat zaruridir. Çünkü vakfedilen malın; İslâmi esaslara uygun şekilde kullanılması bu şekilde sağlanabilir. Eğer bir beldede; Kadı mevcut değilse, vakıf işlerinin sıhhatli yürümesi düşünülemez. Nitekim Osmanlı döneminde kurulan vakıflar günümüzde gayri İslâmi şekilde kullanılmaktadır. Hatta, bir vakıf eserinin uzun yıllar genelev olarak kullanıldığı, basında yer almıştır. Vakıf gelirlerini artırmak için kurulan "Vakıflar Bankası'nın"; fâizle meşgul olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yoktur. Çünkü laik bir devlette; "Vakıf" İslâmi esaslara bağlı kalmak mecburiyetinde değildir. Tabii şer'i manada; "Vakıf" olma özelliğinden söz edilemez. Ancak müslümanlar cemaat haline gelir (Emir'i, Kadı'sı, Muhtesib'i, Amil'i vs.) ve aralarında İslâm fıkhını uygularlarsa, "vakıf" kurabilirler. Bu bir ruhsattır. Elbette vakıf işlerinin düzenli yürütülmesinden yine "Kadı" mes'ûldür.

KEFÂLET'İN TARİFİ VE MÂHİYETİ

2015- Önce kelime üzerinde duralım. Kefâlet lûgatta; bir şeyi diğer bir şeye mutlak surette eklemek manasınadır.(98) Resûl-i Ekrem (sav)'in parmaklarını göstererek: "Yetime kefil olan ve ona bakan kişi, cennette bu parmağın bu parmağa yakın olduğu gibi bana yakın olacaktır" demesi, yani yetimi kendi ailesine bir ferd olarak ekleyen kişi, onun sorumluluğunu üstlenen kişi demektir.(99) İslâmi ıstılâhta. "Bir şeyin (Mal, nefis veya borç) mutâlebesi (taleb edilmesi) hakkında bir zimmeti, diğer bir zimmete eklemeye kefâlet denilir"(100) tarifi esas alınmıştır. Bir kimsenin şahsına kefil olmaya (Kefâlet-i binnefs), bir malın edasına kefil olmaya (Kefâlet-i bi'lmal) ve bir malın teslimine kefil olmaya (Kefâlet-i bi't-teslim) denilir. Alış-verişte tüccar genellikle müşteriden kefil ister. Burada da "Borca kefâlet" hadisesi gündeme girer. Bu bir anlamda kefil olan kimse açısından; başkasının mes'ûliyetini, gönül rızasıyla üzerine almaktır. Herhangi bir şeyi taleb eden kimse; taleb ettiği şeyin ortadan kalkmaması için, kefil isteyebilir. Bu bir anlamda; birbirini tanımayan kimselerin, kendilerini tanıyanlar vasıtasıyla alış-veriş etmelerini kolaylaştırır. Kefâlet'in rüknü: İcab ve kabûldür.(101) Yalnız kefilin icâbı (kabul ettiğini beyanı), kendisine kefil olunan kimse reddetmediği müddetçe, kefâlet için geçerlidir. Kefilin icâbı; örf ve adette teâhhüde delâlet eden sözlerle gerçekleşebilir.(102) Meselâ: "Ben kefilim", "Tamam, kefil oldum" veya "Borcunu ödemezse, benden talep edebilirsin, tazmin ederim" gibi!.. Kefâletin meşruiyyeti; icmâ ile sâbittir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kefil, borcu yüklenen kimsedir"(103) Hadis-i Şerif; icmânın delilidir. İbn-i Münzir, "Bir kimse, bir şahsa, (onun emriyle birine karşı) herhangi bir mal için kefil olsa, kefil olan bu kimsenin o malı ödemesi gerekir ve kendisi de kefil olduğu şahsa rücû eder"(104) hükmünde, icmâ olduğunu kaydeder.

2016 Kefâlet'in sahih olabilmesi için; bazı şartların bulunması gerekir. Bu şartlar; "1) Kefil'de aranan şartlar, 2) Kendisine kefil olunan şahısta aranan şartlar, 3) Mekfûlün leh (Alacaklı olan) hususunda aranan şartlar, 4) Kefilin ödemeyi ve teslim etmeyi taahhüd ettiği şeyde bulunması gereken şartlar" şeklinde tasnif edilmiştir.(105) Şimdi bunları sırasıyla gündeme getirelim.

2017- KEFİL'DE ARANAN ŞARTLAR: Kefil; başkasına ait bir mes'ûliyeti üzerine alan kimsedir. Dolayısıyla şu şartların bulunması zaruridir. Birincisi: Akıllı olmalıdır. Çünkü kefâlet bir akid'dir. Delinin yapacağı akid, hak meydana getirmez. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Üç kişi muâheze olunmaz!.. Uyanmadıkça uyuyan, bulûğa ermedikçe çocuk, akıllanmadığı süre içerisinde deli"(106) buyurduğu bilinmektedir. İkincisi: Bülûğa ermiş olmalıdır. Bir çocuk; bûlûğa ermeden önce kefil olsa, bu sahih değildir. Velev ki, bûluğa erdikten sonra "Ben ona kefil olmuştum" dese, hiçbirşey talep edilemez. Çünkü bu tavır; kefâletin geçersiz olduğuna da delâlet etmektedir. Üçüncüsü: Hürriyet'dir. Kefâlet akdinin sahih olabilmesi için; kefil olan kimsenin hür olması şarttır. Beden sıhhati hususunda ûlema; farklı görüşlere varmıştır. Hasta bir kimsenin kefâleti; malının ancak üçte birinden sahih olur.(107) Zira ölümü halinde; malının ancak üçte birini vasiyyet edebilir. Üçte ikisi vârislere ait bir haktır.

2018- KENDİSİNE KEFİL OLUNANDA (ASİL'DE) ARANAN ŞARTLAR: Kefâletin sahih olabilmesi için; kendisine kefil olunanda bazı şartların bulunması gerekir.
Birincisi: Kendisine kefil olunan kimsenin; teslim almaya muktedir olması gerekir. İflâs etmiş kimsenin veya ölünün borcuna kefil olunamaz. İmameyn'e göre müflisin borcuna kefil olmak sahihtir.
İkincisi: Kendisine kefil olunan kimse; malûm olmalıdır. Meselâ: "Senin insanlara sattığın her mala ben kefilim. Çünkü insanlar borçlarını öderler. Ödemezlerse ben tazmin ederim" denilse, bununla kefâlet sahih olmaz. Zira meçhul olması halinde; icab ve kabûlün tamamlanması mümkün değildir.(108)

2019- MEKFÛLÜ'N LEH'LE (ALACAKLI İLE) İLGİLİ ŞARTLAR: Kefâletin sahih olabilmesi için; alacaklı ile ilgili şartlar da vardır.
Birincisi: Alacaklının mâlûm olması şarttır. Meselâ: Bir topluluğa; "sizin sattığınız şeylere kefilim" denilse, alacaklı mâlûm olmadığı için kefâlet sahih olmaz.
İkincisi: Mekfûlün leh (Kefâlet taleb eden, alacaklı) akıllı olmalıdır.(109)

2020- MEKFÛLÜ'N BİH'LE (KEFİLİN TAAHHÜD ETTİĞİ ŞEY'LE) İLGİLİ ŞARTLAR: Kefâletin sahih olması için; kefilin ödenmesini veya teslim edilmesini taahhüd ettiği (Mekfûlü'n bih'de) hususta, bazı şartların bulunması gerekir.
Birincisi: Kefilin ödenmesini veya teslim edilmesini taahhüd ettiği hususta; kendisine kefil olunan kimsenin (Asil'in) icbar edilebilmesi şartı aranır. Meselâ; emânet'e kefil olmak mümkün değildir. Rehineler, ödünçler ve icâreler de böyledir. Ancak Emânet bırakılan şeyin temkini, rehin bırakılan şeyin sahibine iadesi ve icârın müstecire tahrip edilmeden verilmesi gibi hususlarda kefil olmak câizdir. Çünkü bu hususlarda; Asil'i (Kendisine kefil olunan kimseyi) icbar etmek mümkündür. Ancak kocanın elinde bulunan mehre; kefil olunamaz. Çünkü kocayı (Mehri ödemesi hususunda) icbar edebilme gücünün bulunması gerekir. Yine "Şâhidi, hâkimin huzuruna getirmek için kefil olmak câiz değildir". Çünkü icbar etme gücü yoktur.
İkincisi: Mekfûlü'n bih'i; kefilden almaya güç yetirmek de şarttır. Kısas'ta ve had'lerde kefil olmak bâtıldır. Yeri bilinmeyen bir şahsa; kefil olmak da, böyledir. Çünkü kefilden almaya güç yetirilemez.
Üçüncüsü: Borcun sahih olmasıdır. Kumar borcuna kefil olmak sahih değildir.(110)

2021- Şurası unutulmamalıdır ki kefil; kesinlikle (Kefil olduğu mal, borç, nefis vs..) mes'ûldür.(111) Dolayısıyla kefil olma hususunda ihtiyatlı davranmak ve mes'ûliyetini iyi bilmek gerekir. İbn-i Abidin "Dürri'l Muhtar'da" yer alan: "Ancak kefil olunmaması daha ihtiyatlı bir davranış olduğuna da yer verilir. Çünkü Tevrat'ta şöyle bir ifâdeye rastlandığı da ilâve edilir: "Kefil olmanın başlangıcı kınamayı, ortası pişmanlığı, sonu da borçlu olup sorumluluğu gerektirir" hükmünü izah ederken şunları zikreder: "Bu da; kefil olma ile karşı tarafa yapmış olduğu iyiliğe karşı nedâmet duyması söz konusu olduğu zaman böyledir. Ama nedâmet duymayacak olur, insanlara yardımın gerekli olduğuna inandığı takdirde kefil olma durumu iyi bir davranıştır. Veya ihtiyatlı bir davranıştır... Müslüman kardeşine; yardım elini uzatması sevâbı gerektiren bir husustur. Bunun için Fetih'te şu ibârelere yer verilir: Kefâletin ihtivâ ettiği çok güzel taraflar mevcuttur. Bunlardan birisi "malının zayi olacağı, alamayacağı korkusunda bulunan alacaklı kişinin bu düşüncesini ondan atma, ödeyemediği takdirde şahsına bir zarar geleceği korkusu taşıyan borçlunun bu korkusunu izâle etme gibi hususları ihtivâ etmesi bakımından" faydaları ihtivâ ettiği muhakkaktır. Bu da her ikisi için nimettir. Buna göre kefâlet; alicenaplığın gereği bir husus olarak karşımıza çıkmış bulunmaktadır. "Tevrat'ta şöyle yazılır ilh!." Mültekatta gördüğüm bir ifâdeye göre, "Rumeli illerinde bir kapı üzerinde bu şekilde yazı olduğunu gördüm" diye bahsedilir. Buna göre; buradaki ifâde üzerine ikinci bir sûret eklenir ve "İnanmayan kişi denesin ve bu denemesiyle kefil olmanın felâket mi, selâmet mi olduğunu açıkça görsün" denmektedir.(112)

2022- VA'DELİ BORÇ'A KEFÂLET: Günümüzde genellikle; va'deli satışlar revaçtadır. Malûm olduğu üzere; peşin satışı ile va'deli satış arasında, korkunç fiat farklılaşması ortaya çıkmıştır. İtimad senedi hükmünde olan paranın; enflasyon karşısında hızla değer kaybetmesi ve fâiz oranı; bu korkunç fiat farkını gündeme getirmiştir. İşin ilginç tarafı; helâl ve haram hususunda titizlik göstermesi gereken, hatta şüphelilere yaklaşmaması icâbeden kimseler dâhi; câhiliye devrine âit özellikler taşıyan (Tefecilik, fâizcilik vs.) ekonominin bu durumunu gizleme gayretindedirler. Va'de sebebiyle meydana gelen normal fiat farklılaşması hususunda; fûkaha ihtilâf ederken, bunlar faiz sonucu meydana gelen farklılaşmaya (müçtehid imamların içtihadlarını da, te'vil ederek) fetvâ vermeye cüret etmektedir. Bu konu üzerinde daha önce kısaca durmuştuk!...(113) Şimdi vâdeli borca kefâlet üzerinde duralım. Feteva-ı Hindiyye'de: "Bir kimse; kendisine va'deli borcu bulunan şahıstan, kefil taleb ettiği zaman, bu vâde, kefil için de geçerli olur."(114) hükmü kayıtlıdır. İbn-i Münzir: "Ölen kimsenin insanlardaki va'deli alacakları, onun ölümüyle müecceliyet (Acele ödenme mecburiyeti) kazanmaz. Aksine va'desi gelinceye kadar beklenir"(115) hükmünde, icmâ olduğunu kaydetmektedir. Dolayısıyla va'deli borca kefil olan kimse; vade sonunda (Ödenmediği takdirde) mes'ul olur. Ödendiği takdirde; kefâlet'ten (Kefil olma mes'uliyetinden) beraat eder.

HAVALE'NİN TARİFİ VE MÂHİYETİ

2023- Önce kelime üzerinde duralım. Havale; lûgat yönünden ihâle manasına isimdir ve mutlak sûrette "nakletmek" manasına gelir.(116) İslâmi ıstılâhta: "Borcun, bir kimseden, diğer bir kimseye nakledilmesine havale denilir"(117) tarifi esas alınmıştır. Havale; sadece borçlarla ilgili bir anlaşmadır. Şöyle ki; borçlu olan kimse, alacaklıyı kendisinden uzaklaştırıyor ve kendisinin alacaklı olduğu başka bir borçluya onu havale ediyor. Istılâhta ise; mutlak manada bir nakil değil, borcun nakledilmesinden ibârettir. Çünkü havale eden demek; "Borcu nakleden" demektir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Varlıklı (Zengin ve muktedir) olan kimse; kendisine havale olunan kimseye tâbi olsun"(118) buyurduğu bilinmektedir. Buradaki tâbi olsundan maksad; havaleyi kabul etsin demektir.

2024- Havale'nin rüknü: Tarafların rızasını beyan eden icâb ve kabûldür. İcab; havale edenin teklifidir. Yani borçlunun alacaklıya: "- Seni ben filânın üzerine, alacağım şeyle havale ettim" demesidir. Kabul ise; alacaklı üzerine havale yapılan kimselerin her birinin ayrı ayrı "Kabûl ettim", veya "Râzı oldum" demesiyle gerçekleşir.(119) Havalenin hükmü şudur: Muhil (Havale eden kimse) borcundan kurtulmuş olur. Eğer o borçla ilgili kefili varsa, o da kefâlet'den beraat eder. Havaleyi kabul eden kimse; borçlu duruma geçer.(120)

2025- Havalenin sahih olması için; çeşitli şartlar aranır. Bu şartların bazısı borcu havale eden kimsede (Muhilde), bazısı havaleyi kabul eden kimsede (Muhtâlun leh'de), bazısı havale eden kimsenin borcunu ödemesi gerekende (Muhtâlûn Aleyh'de) ve bazısı da havale olunan borçta aranır.(121) Havalenin sahih olmasının ilk şartı; bunların tamamının rızasıdır. İbn-i Abidin bu hususta şunları zikretmektedir: "Havalenin sahih olmasının şartı ilh.." Nehir'de şöyle denmiştir. Havale edenle ilgili olarak havalenin sahih olmasının şartı akıldır. Dolayısıyla deli olanın havalesi, henüz meseleyi idrak edemeyen, mümeyyiz olmayan çocuğun havalesi de sahih olmaz. Onun için ikinci şart rızâdır. İkrah edilen (Zorlanan, tehdit edilen) kimsenin havalesi de sahih değildir. Baliğ olmaya gelince; bu sıhhatinin değil nefâzının şartıdır. Çünkü akil olup, baliğ olmayan mümeyyiz çocuğun havalesi, velisinin icâzetine mütevakkıf olarak sahihtir. Hürriyet şartlardan değildir. Çünkü mutlak olarak kölenin havalesi sahihtir. Ancak kendisine ticaretle izin verilen mezûn dediğimiz kölenin havalesinde borç hemen taleb edilir. Sıhhatli olma şartı da yoktur. Çünkü hasta olan kişiden havale sahihtir. Alacaklı olan ve lehinde havale yapılan kişi hakkında ise bu şartlar; akıl ve rızâ şartıdır. Hür ve baliğ olma şartı bunda da nefâzının şartıdır. Küçük ve mümeyyiz olan çocuğun alacağının başka birine havale edilmesi, onun da bu havaleyi kabul etmesi (velisinin icâzetine mütevakkıf olduğu gibi) havaleyi üstlenen ikinci borçlunun, birinciden daha zengin, borcu ödeyebilir durumunda olması şartına da bağlıdır. Yetimin malıyla ilgili olarak borçlusunun havale kabul etmesi de, aynen buna benzemektedir. Havalenin sahih olmasının şartlarından birisi de meclistir. Haniye'de bu konuda şöyle denmektedir: "Burada şart olan yalnız alacağı havale edilen kişinin mecliste bulunmasıdır. Bulunmadığı takdirde onun lehine yapılan o havale sahih olmaz. Ancak bu durumda onun yerine havaleyi kabul edecek başka bir kişi, yani vekili (nâibi) varsa o zaman sahih olur. Havaleyi kabul eden; yani borcu yeniden üstlenen kişinin mecliste olmaması, havalenin sahih olmasına mâni teşkil etmez. Buna göre kendisine havale yapıldığını duysa ve kabul etse sahihtir. Bezzaziye'de de bu açıkça ifâde edilmiştir. Tabii ki bu kabulde rızâ'nın olması muhakkaktır. Çünkü kabule zorlanan kişinin, kabulü sahih olmayacağından havale de sahih olmaz. Havalenin sahih olmasının şartlarından biri de; havale edilen nesnenin ödenmesi lâzım gelen bir borç olmasıdır. Kefâlette olduğu gibi burada da kitâbet bedeli olan borçta havale sahih olmaz. Hepsinin rızâsı şarttır. Havale edenin rızâsı şarttır. Çünkü kişiliği olan insanlar, borçlarının başkaları tarafından üstlenilmesine tahammül etmezler, rızâ göstermezler. Onun için açıktan râzı olması şart koşulmuştur. Alacağı olan kişinin de rızâsı şarttır. Çünkü bu havalede ona âid bir hakkın, bir zimmetten, diğer bir zimmete intikâli sözkonusudur. Zimmetler değişiktir. Onun için, onun rızâsı da şart koşulmuştur. Borcu üstlenen; havaleyi kabul eden, üçüncü kişinin de rızâsı şarttır. Zira havale borç ile bir kimseyi ilzâm etmektedir. Kendisi böyle bir borcu iltizâm etmediği takdirde, borçla ilzam etmek mümkün değildir. İltizâm etmesi de rızâsına bağlıdır"(122)

2026- Havale; mutlak ve mukayyed olmak üzere ikiye ayrılır.(123) Havale-i mutlak'da kendi arasında; "Mutlaka-i Hal" ve "Mutlaka-i Müeccel" olmak üzere tasnif olunur. Fûkaha; bu tasnifi, borcun mâhiyetini esas alarak yapmıştır. Günümüzde; "Müşteri Senetlerinin" birbirine verilmesi sûretiyle, havale yapılmaktadır. Ancak havalenin sıhhat şartlarına riayet edilmediği için; birçok mesele çıkmakta, ihtilâflar mü'minlerin kardeşliğine zarar vermektedir. Ticaretle meşgul olan mü'minler; gerek kefâlet, gerek havale hususunda titiz olmak zorundadırlar.

ÂRİYET'İN (ÖDÜNÇ VERMENİN) ÖNEMİ

2027- Arapça mütehassısları "Âriyet" kelimesinin lûgat manası hususunda ihtilâf etmişlerdir. Sıhâh'ta: "Âriyet; teşdid ile "Âriyyet" şeklindedir. Sanki o; âr'a (Utanmaya) mensûbtur. Çünkü Âriyet (Ödünç) istemek; utanma vesilesi ve ayıbtır" şeklinde izâh edilmiştir. Hidâye'de: "Âriyet; ariyye'dendir. Âriyye ise atıyye (ihsan, ikram)dır" denilmiştir. Kâfi'de ise: "Âriyet; teâvürden'dir. Teâvür ise; nöbetleşe manasınadır. Sanki Âriyet veren; mülkü ile faydalanma hususunda kendisine geri verilinceye kadar, başkasına nöbet vermiştir"(124) şeklinde izâh edilmiştir. İslâmi ıstılâhta: "İvazsız (Herhangi bir karşılığı olmadan, ücretsiz) menfaati temlik etmeye "Âriyet" denilir. O bir nevi ihsan ve atıyyedir.(125) Resûl-i Ekrem (sav)'in; Hz. Safvan (ra)'dan cihad için, zırhları ödünç (İâre) olarak aldığı bilinmektedir. Bir kimsenin; bütün ihtiyaçlarını kendi imkânlarıyla karşılaması mümkün olmaz. Hatta öyle zaman olur ki; zengin bir kimse dâhi, ödünç (İâre) talebinde bulunabilir. Mü'minlerin birbirlerinin ihtiyaçlarını; (misli olan mallarda) iâre olarak karşılamaları "Kardeşlik Hukuku'nun" tâbi bir sonucudur. Âriyet'in (Ödünç'ün) rüknü; icab, kabûl ve taleb edilen malın teslimidir. Mûirin (Ödünç veren kimsenin) sükûtu kabûl sayılmaz. Sarih olarak beyan etmelidir.(126) Âriyet veren kimseye "Mûir", âriyet (ödünç) alan şahsa "Müsteir" ve âriyet (Ödünç) almaya da "İstiâre" denilir.

2028- Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Sütü için alınan koyun (Minhe) geriye verilmeye müstehâktır. Ariyye (Ödünç alınan) ise; tediye edilmek durumundadır"(127) buyurduğu bilinmektedir. Hanefi fûkahası: "Menfaati bir bedel (ivaz) karşılığı olmaksızın; rücûu kâbil olmak üzere, temlik edilen mala Âriyet (Ödünç) denilir. Ödünç veren kimse (Mûir) istediği vakit; iâre'den geri dönebilir. Bunun herhangi bir zamanla sınırlandırılması sözkonusu olamaz. Müsteir (Ödünç alan kimse) herhangi bir ücret ödemeden Âriyet'in (Ödünç verilen malın) menfaatine mâlik olur. Ayrıca Âriyet; (Ödünç alınan mal) ödünç alan kimsenin (Müsteir'in) elinde, emânet hükmündedir. Herhangi bir kasdı veya kusuru olmadığı halde; telef olur veya kıymetine zarar verecek bir hal zuhûr ederse, tazmin etmek (Ödemek) durumunda değildir. Ancak kasden veya kusur sonucu telef olursa; tazmin etmek durumundadır"(128) hükmünde ittifak etmiştir. İmam-ı Şafii (rha): "Ödünç alan kimse'nin (Müsteirin) kasdı veya kusuru olmasa da; Âriyet (Ödünç) olarak aldığı şeyin telef olması durumunda ödemek zorundadır. Çünkü o başkasının malının menfaatini taleb etmiştir. Mûir (Ödünç veren kimse) geriye almak istediği zaman; aynen teslim etmesi vâciptir. Eğer helâk olmuşsa, ödemek durumundadır"(129) hükmünü zikreder. Esasen ödünç alan kimsenin kusuru sözkonusu olursa; bütün müçtehidlere göre, ödenmesi şarttır. Nitekim İbn-i Münzir: "Bir malı Âriyet olarak alan kimse; onu telef ederse, ödemek zorunda kalır"(130) hükmünde icmâ olduğunu beyan etmektedir.

2029- Âriyet'in (Ödünç vermenin) sahih olması için; hem ödünç veren kimsenin (Mûir'in), hem ödünç alan şahsın (Müsteirin) akil ve mümeyyiz olması şarttır. Bulûğa ermiş olmaları şart değildir. Ancak delinin veya sabi'nin "İâre Akdi" yapmaları sahih olmaz. Zira her ikisi de şer'an mes'ûl değildir. İkincisi: Ödünç verilen şeyin (Müstearın) mâlum olması gerekir. Meselâ: Bir kimse; iki hayvanından birini iâre olarak verse, fakat hangisi olduğunu tayin etmese akid sahih olmaz. Üçüncüsü: Ödünç olarak verilen şeyin (Müsteârın) kullanılmaya elverişli olması şarttır. Meselâ: Kaçak olan bir beygirin, iâre olarak verilmesi sahih değildir. Zira ödünç alan kimsenin; onun menfaatinden faydalanma imkânı yoktur. Dördüncüsü: Ödünç olarak verilen şeyin (Müstear'ın); ödünç alan kimseye teslimi esastır. Nitekim Mecelle'de: "Âriyetde kabz şartı olup; kabl el-kabz hükmü yoktur" hükmü kayıtlıdır. Esâsen İmam-ı Yusuf (rha)'un, "Ödünç verilen mal teslim edilmediği müddetçe, iâre akdi mün'akid olmaz" buyurduğu bilinmektedir. Zirâ akdin konusu; ödünç olarak verilecek mala (Müsteara) dayanmaktadır.(131)

2030- Ödünç olarak verilen malın (Müstearın) herhangi bir masrafı sözkonusu ise; bu masraf müsteir'in (Ödünç alan kimsenin) üzerinedir. Meselâ: Bir çiftçi hayvanını âriyet olarak (Ödünç); diğer bir çiftçiye verse, onun beslenmesi müsteir'e (Ödünç alana) âittir. Mecelle'de: "Müsteârın (Ödünç alınanın) nafakası ödünç alanın (Müsteirin) üzerinedir" denilmiştir. Ödünç veren kimse; herhangi bir zaman ve mekân kaydı ortaya koymazsa "İâre-i Mutlaka", aksi halde ise "İâre-i Mukayyede" gündeme girer. Mü'minler; ahidlerinden dolayı mes'ûldürler. Ödünç veren kimse; kardeşine belli bir süre tanımışsa, mutlaka o süreye riâyet etmelidir. Ödünç alan kimse için de; aynı husus geçerlidir.(132) Fukaha; "Tarafların herhangi bir şart koşmaması durumunda; o beldede ki, örf ve adetin geçerli olacağı" hususunda müttefiktir. Dikkat edilecek husus; ödünç veren kimse, "İâre akdi" sonucunda, herhangi bir fazlalık taleb etmemelidir. Çünkü Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Menfaat sağlayan her ödünç; fâiz çeşitlerinden birisidir" buyurduğu bilinmektedir. Bu Hadis-i Şerif; Abdullah İbn-i Mes'ûd, İbn-i Abbas ve Abdullah b. Selâm'dan mevkûfen rivâyet edilmiştir. İmam-ı Kasani: "Menfaat sağlayan (Ödünç verene) her ödünç akdi, Resûl-i Ekrem (sav) tarafından nehyedilmiştir. Çünkü burada ödünç verenin lehine şart koşulan menfaat, karşılıksız bir fazlalıktır ve bu açıdan fâize benzemektedir" hükmünü zikreder. Esasen Âriyet (Ödünç verme) herhangi bir bedel karşılığı olursa; icâre'ye (Kira'ya) dönüşür. Zira belli bir süre ortaya konularak; ödünç verilen mal için, ücret tesbit edilmiş olur. Mü'minler; ister mutlak, ister mukayyed olsun, birbirlerine "iâre'de" (Ödünç vermede) cömert olmalıdırlar. Çünkü kardeşinin bir sıkıntısını gideren kimsenin; âhiret hayatı noktasından, kazancı büyüktür. Bilhassa ticaretle uğraşan mü'minler; birbirlerinden ödünç almak mecburiyetini hissederler. Burada dikkat edilecek husus; piyasada "Misli bulunan" malların, iâre akdine konu edilmesidir. Eğer misli olmayan mallar sözkonusu olursa "iâre" (Ödünç alma) hükmü, cereyan etmez. Misli olmadığı için aynen iâde edilmesi sözkonusu olmaz.(133) Dolayısıylâ taraflardan birisinin zararı gündeme girer. Şurası da unutulmamalıdır ki; Âriyet, hem borç, hem borç değildir. Şimdi "Karz-ı Hasen" (Güzel borç) üzerinde duralım. Maalesef günümüzde bu iki mâhiyet arasındaki incelik; Türkçe'de her ikisine de, "Borç" denilmesi yüzünden, kavranamamaktadır. En azından geniş bir kitle; "Ödünç" almak (İâre akdi) ile borcun (Karz'ın) aynı şey olduğu kanaatindedir. Ayrıca veresiye alış-verişten doğan borç ile; diğer (Elden verilen) borç arasında; farkı beyan edecek, herhangi bir kelime Türkçe'de yoktur. Ancak Arapça'da "Karz"; genellikle elden verilen borcun adıdır. Veresiye alış-verişten doğan borca "Deyn" denilmiştir. Daha önce de izâh ettiğimiz gibi; ödünç almada (İâre'de) "Mülkiyet" gündeme girmez. Bir anlamda; ödünç alınan (Müsteâr) emânet hükmündedir. Ödünç alanın kasdı veya kusuru olmadan telef olursa, tazmin etmesi gerekmez. Karz'da ise; durum farklıdır.

  ANASAYFA
b a
MEVZULAR
 • Takdim ve Önsöz
 • Genel Bilgiler
 • Tevhid ve Sıfat İlmi
 • Temizlik Bahsi
 • Namaz Bahsi
 • Cihad Bahsi
 • Oruç Bahsi
 • Zekât Bahsi
 • Hac ve Kurban Bahsi
 • Nikah Bahsi
 • Had ve Hudud Bahsi
 • Rızık-Kazanç Bahsi
 • Adâbı Muaşeret Bahsi
 • Adâlet Bahsi
 • Miras Hukuku Bahsi
 • Çeşitli Meseleler
 • Mevzuların Tam Listesi
 
 • ANASAYFA
MURABIT