EMANET ve EHLİYET - İSLÂM İLMİHÂLİ

ZİRAAT - ÖLÜ TOPRAKLARIN İHYASI - ZİRAAT ve BAĞ-BAHÇE ORTAKLIĞI

ZİRAATLE MEŞGUL OLMAK

1497- Rızk elde etme yollarından birisi de ziraatle meşgul olmaktır.(233) Kur'an-ı Kerim'de: "Allah gökleri ve yeri yaratandır. Üstten (bulutlardan) su indirip, onunla size rızk olarak türlü mahsuller, meyvalar çıkarandır. Emr ve izni ile gemileri denizden yürümek için size râm edendir. Akarsuları da yine, sizin (faydanıza) müsehhar kılandır. Güneşi, ayı adetlerinde daim (ve hizmetlerinize kaim) olarak size teshiyr eden O, geceyi, gündüzü sizin (faydanıza) tahsis eyleyen O'dur. Allah, size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi. Eğer (Allahû Teâla'nın) ni'metini birer birer saymak isterseniz (ne mümkün?) siz (nimetleri) icmal sûretiyle bile sayamazsınız. Hakikat insan çok zulümkâr, çok nankördür"(234) hükmü beyan buyurulmuştur.

1498- Burada "Ve âtâkum min külli mâ se'eltumûh" hükmünün (yani "size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi") mahiyeti oldukça önemlidir. Müfessirler buradaki "Min" harf-i cerri'nin teb'iz manası ile: "Hem size istediğiniz her şeyden verdi", beyaniyle: "Hem size istediğiniz şeylerin hepsini verdi" şeklinde ele alınabileceği üzerinde durmuşlardır.(235) Dolayısıyla insanın ihtiyaç duyacağı herşey yaratılmıştır. Nitekim bir başka Ayet-i Kerime'de: "Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkı Allahû Teâla'ya ait olmasın"(236) buyrulmuştur. İmam-ı Şafii (rha) bu Ayet-i Kerime'deki hükmün umumi olduğunu, yani her canlının rızkının Allahû Teâla (cc) tarafından yaratıldığını zikretmektedir.(237) Sonuç olarak; Allahû Teâla (cc) insanların istediği herşeyi bizzat yaratarak depo etmiştir. İnsana düşen, meşru yollarla bu rızkı temin etmektir.

1499- Kapitalizme ve modern (!) siyasi ekonomi doktrinine göre: "İnsanın ihtiyaçları sonsuz, fakat bu ihtiyaçları karşılaycak olan mal ve hizmet miktarı sınırlıdır. Dolayısıyla kaynakların kullanımında bir seçim yapmak ve hangi malların nasıl ve ne miktarda üretilip, kimlere dağıtılacağı hakkında bir karara varmak gerekmektedir."(238) Buna "Nedret Teorisi" (rerity) denilir. Kat'i nasslar göstermektedir ki; bu teori bir vehimdir.

1500- "Hakikat insan çok zulümkâr, çok nankördür" Ayet-i Kerime'sinin tefsirinde İmam-ı Kurtubi, "Zulm" ve "Nankörlüğü" şu şekilde izah etmektedir. Yeryüzünde saklı olan nimetleri elde etme yolunda çalışmamak, gayret sarfetmemek, kısaca üzerine düşeni yapmamak suretiyle hem kendini, hem başkalarını mahrum etmek "Zulüm"dür. (Üretim düşüklüğü, sırtüstü yatmak) nankörlük ise; elde edilen nimetleri hak sahiplerine meşru bir biçimde dağıtmamak, hile yapmaktır.(239)

1501- Malum olduğu üzere insanın gücü sınırlıdır. Tabiatta bulunsa bile; istediği her şeyi elde edebilecek güçte değildir. Nitekim teknolojinin hızla ilerlemesi, bu eksikliği giderme ihtiyacındandır. Bu arada "Az çalışıp, çok kazanma" hırsı, insanlar arasında yaygın olan bir hastalıktır. Bu sebeble; insan, sınırlı olan gücünün bir kısmını kullanmaz, nazlanır. Bütün bunlar dikkate alındığı zaman; kısmi bir "Nedret'in" ortaya çıkabileceğini kabul edebiliriz. Ancak bu, insanın; tabiat karşısındaki, tavrı ve tembellliği ile alakalıdır.

1502- Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kıyamet koparken sizden birinizin elinde bir hurma dalı bulunur da, bunu kıyamet kopmadan dikmeye gücü yeterse, muhakkak onu diksin, bırakmasın"(240) buyurduğu bilinmektedir. Kıyametin mahiyeti dikkate alınırsa; Resûlullah (sav)'in bu tavsiyesinin, insanın bütün imkânlarını titizlikle kullanması ile ilgili olduğu kavranır. Nitekim tarıma elverişli olmayan ölü toprakların (Mevât arazinin) ihyası; ziraate ne kadar önem verildiğinin, en güzel örneğidir. Şimdi bu konu üzerinde duralım.

ÖLÜ TOPRAKLARIN (MEVAT ARAZİNİN) İHYASI

1503- İslâm fıkhında toprak mülkiyeti birçok yolla elde edilebilir. Bunların başında; ziraate elverişli olmayan toprakların (mevat arazinin) ihyası gelir. Önce "mevât araziden" neyin kaydedildiğini izaha gayret edelim. Mevât; lûgat yönünden ölmüş hayvana verilen isimdir. Arazide mecaz olarak kullanılmıştır.(241) Hanefi fûkahası: "Mevat arazi, hiç kimsenin mülkiyeti altında bulunmayan, vasfından dolayı (çorak, batak, taşlık vs..) ziraate elverişsiz olup, insanların (Mer'a, harman yeri, vs. şeklinde) kullanmadıkları ve terkettikleri topraktır"(242) tarifinde ittifak etmiştir.

1504- Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kim ölü bir toprağı ihya ederse, (ihya ettiği) o toprak onun olur"(243) buyurduğu bilenmektedir. İmam-ı Ebû Yusuf (rha): "Benim görüşüme göre: Ölü toprağı diriltmekte; başka bir şahsa karşı herhangi bir zarar yoksa ve o toprak üzerinde bir başkasıyla ihtilâf da mevcut değilse, şüphesiz Resûlullah (sav)'in izni kıyamete kadar baki ve geçerlidir. Zarar geldiği takdirde bu zarar hadisin: "Haksız bir ekici veya dikicinin toprakta hakkı yoktur" kısmına yorumlanır ki, hadisin bu kısmı izni de kapsar"(244) hükmünü zikretmektedir.

1505- İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha): "Ölü toprağın ihyasının mülkiyet meydana getirdiğini, bunun ise Müslümanlar arasında ihtilaflara sebeb olacağını esas almış ve Resûl-i Ekrem (sav)'in: "İnsan için imamının (Ulû'lemr'in) hoş gördüğü (izin verdiği) şey vardır" hadisine dayanarak: "Ölü toprağın (mevat arazinin) ihyası için Ulû'lemr'in izni gerekir"(245) demiştir.

1506- Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Boş araziler (sahipsiz, adi topraklar) Allah'ın ve Resûlünündür. Ondan sonra da sizindir. Her kim ölü bir toprağı ihya ederse, o toprak ihya edenindir. Üç sene boş kalan arazide muhtecirin hakkı yoktur"(246) buyurduğu bilinmektedir. Bir arazi ihya edilmeden önce, belli işaretlerle çevrilir. Buna "tahcir etme" denilmiştir. Bu faaliyet, ölü bir araziyi ihya etme arzusunu beyan eder, mülkiyet ifade etmez. Nitekim İmam-ı Yusuf (rha): "Hz. Ömer (ra) bir gün hutbeye çıktı ve şöyle konuştu: "- Her kim ölü bir toprağı ihya ederse, o toprak ihya edenindir. Üç sene boş kalan arazide muhtecirin (toprağı çevirenin) hakkı yoktur" Bunu söylemesine sebeb; bazı kimseler işlemedikleri halde bazı arazilere el koymuşlar, kendilerinin olduğunu iddia etmek istemişlerdi"(247) hükmünü zikretmektedir. Dikkat edilirse; ölü bir araziyi işaretlerle çevirmek, ancak bir ön hak meydana getirir, mülkiyet meydana getirmez.

1507- Fûkaha ihya için gerekli şartlar üzerinde durmuştur. İmam-ı Şafii (rha): "Ölü toprak hangi maksat için ihya ediliyorsa, o hususta gerekli herşeyin yapılması esastır. Ağaç dikmek, ekin ekmek, kuyular açmak ve bina yapmak gibi"(248) hükmünü benimsemiştir. Mecelle'de: "Tohum ekmek ve fidan dikmek arzı ihya olduğu gibi; nadas eylemek (sürmek) sayk etmek yahut sayk (sulama) için ark ve cedvel açmak dahi ihyadır"(249) denilmiştir. Dikkat edilirse; o toprağın, verimli hale getirilmesi esastır.

CİHAD SONUCU ELDE EDİLEN TOPRAKLAR

1508- Hz. Ömer (ra)'in hilafeti dönemine kadar; cihad sonucu elde edilen topraklar mücahidler arasında taksim ediliyordu. Hz. Saad b. Ebi Vakkas (ra)'ın komutasındaki İslâm ordusu Irak'ı fethedince, elde edilen ganimetlerin taksimi gündeme girdi. Şimdi bu husustaki gelişmeyi İmam-ı Yusuf (rha)'un "Kitabû'l Haraç'ın"dan özetleyerek izaha gayret edelim: "Medineli alimlerden pek çoğu bana şöyle anlattılar: "... Sonra Hz. Ömer (ra) Irak ve Şam taraflarından Allahû Teâla (cc)'nın müslümanlara ihsan ettiği arazilerin taksimi hususunda Resûlullah'ın ashabı ile istişarede bulundu. Bazıları; ganimetlerin ve fethedilen arazilerin taksim edilmesini istediler. Hz. Ömer (ra): "- Sizden sonra gelen müslümanlar ne olacak? Onlar, arazilerin ahalisiyle beraber taksim edilmiş olduklarını, babalardan oğullara miras olarak intikal ettiğini, böylece kendilerinin herşeyden mahrum edilmiş olduklarını görecekler. Bu istek, doğru bir görüşe dayanmıyor" buyurdu. Bunun üzerine Hz. Abdurrahman b. Avf (ra): "- O halde doğru görüş nedir? arazi ve sahipleri; Allah'ın fatih müslümanlara ihsan ettiği fey' ve ganimetten başka birşey midir?" dedi. Hz. Ömer (ra) bu suale şöyle cevap verdi: "- Onlar ancak senin dediğin gibidir. Lakin ben meseleyi öyle görmüyorum. Allah'a yemin ederim ki, benden sonra müslümanlara çok şeyler sağlayacak bir memleket fetholunmaz. Aksine fethedilen ülkelerin müslümanlara maddi bakımdan bir yük ve külfet olması muhtemeldir. Irak ve Şam arazileri işleyicileri ile birlikte taksim olunursa, o zaman kaleler ne ile korunur? Geriden gelen nesillere, yetimlere ve dullara Irak ve Şam arazisinden ve diğer memleketlerden ne kalır?

1509- Mecliste bulunanlar bu defa: "- Allahû Teâla (cc)'nın bize kılınçlarımızla ihsan ettiği ganimetleri, harbe iştirak etmeyen, taksimine bile yetişmeyen kimselere, onların çocuklarına ve orada hiç mevcut olmayan çocuklarına mı vakfedeceksin?" diyerek Hz. Ömer (ra)'e daha fazla yüklendiler.

1510- Hz. Ömer (ra): "- Bu bir görüştür" diyor. Başka bir şey ilave etmiyordu. Meclistekiler: "- O halde istişare et" dediler.

1511- Ravi der ki; Hz. Ömer (ra) ilk muhacirlerle istişare etti. Bir görüş birliğine varamadılar, ihtilafa düştüler. Hz. Abdurrahman b. Avf'ın görüşü haklarının kendilerine taksim edilmesi yolundaydı. Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Talha ve Hz. Abdullah b. Ömer, halifenin (Hz. Ömer'in) görüşünü benimsediler.

1512- Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) beşi Evs kabilesinden, beşi de Hazreç kabilesinden olmak üzere Ensar'dan on kişi çağırdı. Onlar toplantıya gelince, Allahû Teâla (cc)'ya hamd ve senadan sonra şöyle hitap etti: "- Sizi, size ait işlerden olup sizin namınıza taşımakta olduğum emanetin sorumluluğunu benimle birlikte paylaşmanız için rahatsız ettim. Ben de sizlerden herhangi biri gibiyim.(250) Siz ise bugün hak ve doğru olanı ikrar edersiniz. Bana muhalefet eden etti, muvafık düşünen de muvafakat etti. Ben, sizin, benim nefsi arzurlarıma tabi olmanızı istemiyorum. Sizin elinizde hakkı söyleyen bir kitap var. Allahû Teâla (cc)'ya yemin ederim ki, arzu ettiğim bir şeyi eğer söylersem, ben onunla ancak hakkı murad ederim."

1513- Bunun üzerine Ensar'dan müteşekkil istişare heyeti: "- Ey mü'minlerin emiri; buyur konuş, meseleleri duyup anlayalım" dediler.

1514- Hz. Ömer (ra) sözlerine devamla dedi ki: "- Benim, haklarında kendilerine zulmettiğimi iddia eden bu insanların sözlerini işittiniz. Ben zulûm irtikap etmekten Allahû Teâla (cc)'ya sığınırım. Eğer ben onlara ait bir hakkı onlardan zulmen alıp, başkalarına vermiş olsaydım, gerçekten kötülük etmiş olurdum. Fakat ben gördüm ki, Kisra'nın ülkesinden sonra fetholunacak birşey kalmadı. Allahû Teâla (cc) onların mallarını, arazilerini ve canlı-cansız bütün zenginliklerini bize ganimet olarak ihsan etti. Bu ganimetlerden menkul malları hak sahiplerine teslim ettim. Beşte birini (Humus'u) ayırdım ve yerine yerleştirdim. Şimdi onun idaresiyle (Hak sahiplerine verilmesiyle) uğraşıyordum. Arazilere gelince: Ben arazileri, onları işlemek için gerekli demirbaş menkûllerle birlikte dağıtım dışı tutmayı ve araziye arazi vergisi (haraç) koymayı, sahiplerine de bu vergiye ilaveten "cizye" vergisi koymayı, araziyi işleyenlerin ödeyecekleri bu haraç ve cizye gelirlerini, gerek muharib gerek çoluk-çocuk müslümanlar ile gelecek nesiller için bir fey' olmasını düşünüyorum. Şu kaleleri görüyorsunuz!.. Onları devamlı şekilde bekleyecek askerlere şiddetle ihtiyaç var. Şam, Cezire, Basra, Kûfe, Mısır gibi büyük yerleşim merkezlerini de düşününüz. Bu yerlerin askerlerle korunması, o askerlerin ihtiyaçlarının da karşılanması lazım. Arazi, demirbaşlarıyla beraber taksim edildiği takdirde, bu masraflar nereden karşılanır?"

1515- Dinleyenler hep birden şöyle dediler: "- Görüş senin görüşündür. Düşündüklerin ve söylediklerin ne kadar güzel!.. Eğer bu kaleler ve bu şehirler askerlerle korunmak, o askere kafi derecede masraf yapılmazsa ehl-i küfür, kaybettikleri ülkelerine geri gelir otururlar".

1516- Hz. Ömer (ra) bunun üzerine: "- Durum bence aydınlandı. O halde araziyi yerli yerince düzenleyecek, işleyenlere tahammülleri nisbetinde vergiler koyacak, akıllı ve muktedir bir adam olarak kim var?" dedi. İstişare heyeti Osman b. Huneyf üzerinde ittifak etti.

1517- Ebû Yusuf dedi: Muhammed b. İshak, Zühri'den rivayetle bana dedi ki: Hz. Ömer, fethedilen Irak arazisi hakkında halkla istişarede bulundu. Ekseriyeti taksim edilmesi görüşünü savundu. Bu hususta en fazla ileri giden Bilal b. Rabbah idi. Hz. Ömer'in görüşü ise, araziyi olduğu gibi bırakmak, taksim etmemek idi. Bunun üzerine: "- Ey Allah'ım!.. Bilal ve arkadaşlarına seni kefil ediyorum" dedi. Bu münakaşalar üç gün kadar devam etti. Sonra Hz. Ömer: "- Ben bir huccet buldum" dedi ve şu ayeti okudu: "Allah'ın onların mallarından peygamberine verdiği fey'e gelince; siz o hususta ne ata, ne deveye binip koşmadınız. Fakat Allah peygamberlerini dileyeceği kimselere musallat eder. Allah herşeye hakkı ile kaadirdir"(251) Bu ayette mevzûu edilen Nadıyr oğullarının durumuyla ilgili hususları izah etti. Bu hüküm umumi olup, bütün beldelere şamildir. Hz. Ömer (ra) daha sonra şu ayeti okudu: "Allah'ın, (fethedilen diğer) memleketleri ahalisinden alıp, peygamberine verdiği feyi, Allah'a, peygamberine, hısımlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalanlara aittir. Ta ki bu mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın. Peygamber size ne verdiyse alın, ne yasak ettiyse ondan sakının. Allah'dan korkun, çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir."(252) Sonra (Hz. Ömer) şu ayeti okudu: "(Bilhassa o fey'i) hicret eden fakirlere aiddir ki onlar Allah'dan bir fazl (u inayet) ve hoşnudluk ararlar ve Allah'a ve peygamberine (mallarıyla, canlarıyla) yardım ederlerken yurdlarından ve mallarından (mahrum edilerek) çıkarılmışlardır. İşte bunlar saadıkların ta kendileridir."(253) Hz. Ömer (ra) Allahû Teâla (cc) buna da razı olmadı, onlara başkalarını da kattı diyerek" şu ayeti de okudu: "Onlardan evvel (Medine'yi) yurd ve iman (evi) edinmiş olan kimseler kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyaç (meyil) bulmazlar. Kendilerinde fakr-û ihtiyaç olsa bile (onları) öz canlarından daha üstün tutarlar. Kim nefsinin (mala olan) hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte muradlarına erenlerin ta kendileridir"(254) Allah bilir amma, bize gelen malûmata göre, bu ayet ensar hakkındadır. Allahû Teâla (cc) bununla da iktifa etmeyerek şöyle buyurmuştur: "Bunların arkasından gelenler (şöyle) derler: "Ey Rabbimiz, bizi ve iman ile daha önden bizi geçmiş olan (din) kardeşlerimizi yarlığa. İman etmiş olanlar için kalblerimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz şüphesiz ki sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin"(255) Bu ayet, onlardan sonra gelenler hakkında umumi bir hükümdür. Bu fey, okuduğum ayetlerde geçenlerin hepsi için umumi ve müşterek bir haktır. Hal böyle olunca, nasıl olur da bunlara taksim ederiz ve onlardan sonra gelecek kimseleri nasipsiz bırakırız. Bu konuşmadan sonra Hz. Ömer (ra) araziyi olduğu gibi bıraktı ve vergisini topladı. Ebû Yusuf der ki: "Hz. Ömer (ra)'in, fetheden kimselere, fethedilen arazileri taksim etmemek hususundaki görüşü ve Kur'an'dan Allah'ın kendisine tanıttığı ayetlerle istidlâl etmesi, onun bu tutumunda Allah'ın kendisine ihsan ettiği bir başarıdır. Bu davranıştan doğan hayır bütün müslümanlara aittir. Yine onun (Hz. Ömer'in) bu arazilerden vergi alması ve toplanan vergileri müslümanlar arasında taksim etmesi cemiyete ait umumi bir faydadır. Zira bu arazilerin gelirleri, eğer atiyyeler ve masraflarda kullanılmak üzere halka vakfedilmiş olmasaydı, kaleler korunamaz, ordular cihad için yola çıkamazdı"(256)

1518- Resûl-i Ekrem (sav), Bahreyn mecusilerinden cizye kabul buyurmuştur. Onlardan kim İslâm'ı kabul ettiyse, onun müslümanlığı kabul görmüştür. Müslüman olması nefsinin ve (toprakları hariç; çünkü henüz güçlü iken İslâm'ı kabul etmediği için, böyle bir kimsenin arazisi, bütün müslümanlara ait bir fey'dir) malının korunmasına vesile oldu.(257) Dikkat edilirse Hz. Ömer (ra)'in tatbikatı, daha önce "Bahreyn'de" uygulanmıştır. Hz. Ali (ra)'nin hilâfeti döneminde bir zimmi müslüman olmuştur. Durumu ile ilgili olarak Hz. Ali (ra): "- Sana artık cizye yok!... Fakat üzerinde bulunduğun arazi bizimdir, ümmetindir"(258) hükmünü beyan eder.

1519- Sonuç olarak; cihad sonucu fethedilen toprakların mülkiyeti bütün müslümanlara aittir. Ulû'lemr; müslümanların hayrını ve menfaatlerini gözetmek şartıyla muhayyerdir. Şöyle ki; bütün müslümanlar namına vakfedebilir, ihtiyaç sözkonusu değilse fethe katılan mü'minlere taksim edebilir veya bir kısmını vakıf, bir kısmını taksime tabi tutabilir. Resûl-i Ekrem (sav) Kurayza ve Benû Nadir arazilerini fetihten sonra taksim etmiş. Mekke arazisini dağıtmamış, hayber arazisini ise kısmen dağıtmıştır. İmam-ı Malik (ra) fethedilen toprakların prensip olarak dağıtılamayacağını, bütün müslümanlar lehine vakfedebileceğini esas almıştır. Müslümanların maslahatı; Ulû'lemr'e bazı istisnai uygulamalar sağlayabilir.(259) Dikkat edilirse; fethedilen arazilerin fıkhı, ganimetlerden bazı noktalarda ayrılmaktadır. Miri topraklar; hüküm olarak bütün mü'minlere aittir.

SULH SONUCU ELDE EDİLEN TOPRAKLAR

1520- Sulh yoluyla elde edilen toprakların fıkhı; "Sulh Şartlarıyla" sınırlıdır. Bu şartlara birşey ilave edilemez.(260)

1521- Bir ülkenin halkı; tebliğ sonucu kendiliğinden müslüman olursa toprak mülkiyeti aynen devam eder. Nitekim Feteva-ı Hindiyye'de: "Halkı kendiliğinden müslüman olmuş bulunan her beldenin arazisi, öşür arazisidir."(261) hükmü kayıtlıdır.

1522- Resûl-i Ekrem (sav)'in müslümanlarla sulh anlaşması imzalamayanlarla ilgili olarak: "- Sakın onlardan (anlaşmalarda belirtilen miktardan) fazlasını almayın. Çünkü size helal olmaz"(262) buyurduğu bilinmektedir. Kudretleri bulunsa bile, anlaşma şartlarından fazlası talep edilmez. Müslümanların; zimmilerden (Gayr-i müslimlerden) "Haraç" arazisi satın almaları caizdir.(263).

1523- Ziraatle meşgul olan kimsenin; İslâmi hududlara riayet etmesi esastır. Toprak sahibi müslüman ise "Öşür", gayr-i müslim ise "Haraç" vermekle mükelleftir. Ancak, aynı arazide; hem öşür, hem haraç birleşmez. Şimdi "Ziraatle meşgul olmayı arzu eden, fakat toprağı olmayan kimse ne yapacaktır?" sualine cevap arıyalım.

ZİRAAT ORTAKLIĞI (MÜZARAA)

1524- Önce kelime üzerinde duralım. Mûzaraa: "Zer" kökünden olup, müfaale babındandır. Tohum ekmek, tarla sürmek, ziraat yapmak gibi manalara gelir.(264) İslâmi ıstılahta: "Bir taraftan arazi, diğer taraftan iş gücü ortaya konularak, elde edilen mahsulün belli oranda aralarında taksim olunması şartıyla kurulan zirai bir şirkettir"(265) şeklinde tarif olunmuştur.

1525- İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha) indinde müzaraa (ziraat ortaklığı) fasid bir akiddir, sahih değildir. Çünkü Hz. Rafii b. Hadic'in rivayet ettiği Hadis-i Şerife göre, Resûl-i Ekrem (sav) böyle bir ortaklığı nehyetmiştir.(266)

1526- İmam Ebû Yusuf (rha) ve İmam-ı Muhammed (rha) indinde, müzaraa belli şartlarla sahih olan bir akiddir. Zira Resûl-i Ekrem (sav)'in Hayber'in fethinden sonra; o beldedeki insanlarla ortaya çıkan mahsulün (Meyva ve ekinin) yarısı karşılığında muamele yaptığı bilinmektedir. Müzaraa; bir taraftan mal (arazi), diğer taraftan iş gücü konularak akdedilmesi açısından, tıpkı mudarebe gibidir. Sahabe-i Kiram ve Tabiûn'dan bununla amel edenler olmuş ve bu çeşit ortaklık günümüze kadar gelmiştir.(267) Hz. Rafii b. Hadic'in rivayet ettiği Hadis-i Şerif haber-i vahid durumundadır, ayrıca hususiyet belirtmektedir. Muteber fıkıh kitaplarında "Müzaraa" hususundaki ihtilaflar zikredildikten sonra; "Fetva, İmameyn'in kavli üzeredir"(268) kaydı hassaten konulmuştur.

1527- MÜZARAA'NIN RÜKNÜ: Ziraat ortaklığının rüknü; icap ve kabuldür.(269) Yani arazi sahibinin, çalışacak olan kişiye hitaben: "- Şu tarlamı veya arazimi; elde edeceğin mahsulün şu kadarını bana vermek üzere, sana ziraat etmen için verdim" demesi, çalışacak kimsenin de: "- Bu teklif ve şartları kabul ettim, razı oldum" şeklinde, olumlu cevaplandırmasıyla müzaraa akdi gerçekleşir.

1528- MÜZARAA'NIN SIHHAT ŞARTLARI: Müzaraa'nın sıhhatli olabilmesi için, sekiz şart vardır. Bunlardan herhangi birisi bulunmazsa, müzaraa fasid olur. Bu şartları, kısaca izaha gayret edelim.

Birincisi: Gerek arazi sahibinin, gerek işleticinin; akid yapabilecek durumda olmaları esastır. Yani herhangi bir ehliyet arızası söz konusu olmamalıdır.
İkincisi: Müzaraa akdine konu olan arazinin (toprağın) ziraate elverişli olması gerekir. Zira müzaraa'dan beklenen gaye; başka türlü gerçekleşemez.
Üçüncüsü: Ortaklık tesis edilirken, müddet beyan edilmelidir. Bir-iki yıl vs.
Dördüncüsü: Tohumun; kimin tarafından temin edileceği bilinmelidir.
Beşincisi: Tohumun cinsi ve vasfı kat'i olarak beyan edilmelidir.
Altıncısı: Hem arazi sahibinin, hem işçinin; meydana gelecek olan mahsüldeki payları belirtilmelidir.
Yedincisi: Arazi sahibi; toprağı işleticiye teslim etmelidir. Eğer arazi sahibi: "- Ben de seninle birlikte çalışacağım" der ve bunu şart kılarsa, akid fasid olur.
Sekincisi: Araziye ne ekileceğinin tesbiti veya bu hususta işleticiye serbestlik tanınması esastır.(270).

1529- MÜZARAA'NIN ŞEKİLLERİ: Fûkaha; müzaraa'da yedi şekil tesbit etmiş; bunlardan üçünün sahih, dördünün fasid olduğunu zikretmiştir. Sahih olanlar şunlardır:

1) Arazi ile tohum bir taraftan; işçilik, hayvan ve tarım aletleri diğer taraftan!..
2) Arazi, tohum, hayvan ve diğer tarım aletleri bir taraftan, işçilik diğer taraftan!..
3) Arazi bir taraftan; işçilik, hayvan, tohum ve diğer tarım aletleri diğer taraftan!.. Bu durumda işçi; mahsulden belli bir nisbet karşılığı araziyi kiralamış olur.

Fasid olan şekillere gelince:

1) Arazi ile hayvan bir taraftan; işçilik ile tohum diğer taraftan!.. Burada tohum; alet kapsamına girmez. Dolayısıyla işleticiye, kendisiyle alakalı olmayan bir yük yüklenmiştir. Bu sebeble fasiddir.
2) Arazi ile işçilik bir taraftan; tohum, hayvan ve diğer tarım aletleri diğer taraftan!.. Burada arazi sahibi; bir bakıma kendi arazisini (işçiliği yüklenmek suretiyle) kiralamış oluyor ki, bu sahih değildir.
3) Arazi, tohum ve işçilik bir taraftan, hayvan ve alet diğer taraftan!.. Burada da arazi sahibi; işçiliği üstlenmiştir. Bu durum; kendi tarlasını kiralamayı beraberinde getirir.
4) Arazi, işçilik ve hayvan bir taraftan, sadece tohum diğer taraftan!..(271).

1530- Ziraat ortaklığında (Müzaraa'da); arazi sahibi ve işletici, meydana gelen mahsulü aralarında paylaşırlar. Bu yarı yarıya olabileceği gibi, üçte biri, dörtte biri şeklinde de olabilir. Mesele bu payların; mahsul meydana gelmeden önce kararlaştırılmış olmasıdır.(272) Mahsül işleticinin elinde "Emanet" hükmündedir. Herhangi bir afet sonucu; (işleticinin kasdı olmaksızın) telef olursa, herhangi bir tazminat ödemez.(273) Araziyi verimli hale getirmek için yapılacak bütün işler (sulama, ıslâh vs.) işleticiye ait bir hadisedir.

1531- ZİRAAT ORTAKLIĞININ (MÜZARAA'NIN) SONA ERMESİ: Müzaraa'nın sıhhat şartlarını izah ederken; "Müddet tayin etmenin" şart olduğunu zikretmiştik. Dolayısıyla müddetin dolmasıyla; ortaklık sona erer. Ayrıca; taraflardan birinin delirmesi veya vefatı hallerinde de, müzaraa kendiliğinden sona erer. Bu iki hal; tarafların iradelerinin dışında zuhur eder. Gerek arazi sahibinin, gerek işleticinin; bazı şartlara riayet ederek akdi feshetme hakları da mevcuttur. Şöyle ki; arazi sahibinin acil ödenmesi gereken bir borcu çıkar ve tohum ekilmeden tarlayı satma arzusunu ızhar ederse, müzaraa'yı feshedebilir. Bunun dışında; işleticinin meydana gelecek mahsulü çalabileceği, zann-ı galiple ortaya çıkarsa, feshetme hakkı vardır. İşletici, hastalanır, sefere çıkar veya başka bir işle meşgul olmayı düşünürse, müzaraa'yı feshedebilir.(274) Dikkat edilecek husus; hem arazi sahibinin, hem işleticinin zarara uğramamasıdır. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "Zarar ve mukabele-i biz'zarar yoktur"(275) buyurmuştur. Yani müslüman; kardeşine ne başlangıçta zarar verir ne de onun zararına karşılık (mukabil) zarar verir. Bu hususta asıl olan; zararın ortadan kaldırılmasıdır.

BAĞ-BAHÇE ORTAKLIĞI( MÜSAKAT)

1532 Önce kelime üzerinde duralım. Musakat: "Saky" kökünden olup, mufaale babındandır.(276) "Sulamak" manasına gelir. İslami ıstılahta: "Bahçe sahibinin; ağaçlarını, mahsulünün bir kısmı mukabilinde, onları ıslah etmek üzere bir kimseyle ortaklık kurmasıdır" şeklinde tarif edilmiştir. Mecelle'de: "Musakat; bir taraftan eşcar (ağaçlar) ve diğer taraftan terbiye olmak ve hasıl olan meyva aralarında (beyinlerinde) taksim olunmak üzere bir nevi şirkettir"(277) hükmü kayıtlıdır.

1533 Musakatın (bağ-bahçe ortaklığının) rüknü; icap ve kabuldür.(278) 1534 Hicret'ten sonra Ensar'ın, Resûl-i Ekrem (sav)'e (muhacirlerle ilgili olarak) teklifi şudur: "Ya Resûlullah!.. Hurmalıklarımızı; bizimle muhacir kardeşlerimiz arasında taksim buyur" Bu teklifi peygamberimiz efendimiz (sav): "Hayır, öyle olmaz" cevabını verir ve izah eder. Bunun üzerine Ensar (Resûl-i Ekrem (sav)'in izahına uyarak) muhacirlere: "Terbiye ve sulama külfetini üzerinize alınız. Sizi mahsule ortak yapalım" teklifinde bulunur. Her iki tarafta "işittik ve itaat ettik" derler.(279) Esasen Resûl-i Ekrem (sav)'in Hayber'in bağ ve bahçelerini, meyvalarının yarısı mukabilinde muameleye tabii tuttuğu da bilinmektedir. Böyle bir ortaklığa ihtiyaç olduğu malumdur.(280).

1535- Musakat'ın (bağ-bahçe ortaklığının) şartları; tıpkı müzaraanın şartları gibidir. Sadece "musakatta"; müddet tayin edilmese de, akid sahih olur.(281).

1536- Bağ-bahçe sahibi; meyvalar ortaya çıkmadan ölürse, işletici görevine devam eder. Ölenin varisleri buna engel olamazlar. Eğer işletici ölürse varisleri (işleticinin) yerine göreve devam edebilirler, ağaç sahibi de, buna engel olamaz.

1537- Musakat; herhangi bir özre mebni olarak feshedilebilir. İşleticinin hastalanması veya işe devam edemeyecek başka bir meşru mazereti fesih sebebidir.

ARAZİYİ ÜCRETSİZ VERMEK DAHA HAYIRLIDIR

1538- İbn-i Abbas (ra)'dan rivayet olunduğuna göre, Resûl-i Ekrem (sav) tarlayı kiraya vermekten nehyetmemiştir. Fakat; "- Sizden birinizin tarlasını ziraat için kardeşine meccanen vermesi, kendisi için o arazi mukabilinde, muayyen ücret almaktan daha hayırlıdır"(282) buyurmuştur. Esasen cihad sonucu elde edilen topraklarda; ümmetin mülkiyeti esastır. Dolayısıyla bu topraklarda; bütün müslümanların hakları bakidir. Herhangi bir İslâm beldesinin; küffar tarafından istilasında (Allahû Teâla (cc) muhafaza buyursun) bütün mü'minlere cihad farz-ı ayn olur. Aynı zamanda bu istila; bütün mü'minlerin ortak mülkiyetinde olan arazilerinin elden gitmesi, mahiyetini de taşır.

  ANASAYFA
b a
MEVZULAR
 • Takdim ve Önsöz
 • Genel Bilgiler
 • Tevhid ve Sıfat İlmi
 • Temizlik Bahsi
 • Namaz Bahsi
 • Cihad Bahsi
 • Oruç Bahsi
 • Zekât Bahsi
 • Hac ve Kurban Bahsi
 • Nikah Bahsi
 • Had ve Hudud Bahsi
 • Rızık-Kazanç Bahsi
 • Adâbı Muaşeret Bahsi
 • Adâlet Bahsi
 • Miras Hukuku Bahsi
 • Çeşitli Meseleler
 • Mevzuların Tam Listesi
 
 • ANASAYFA
MURABIT